Cuma, Aralık 30, 2005

baby sleep, gently sleep..


içimi dışıma çıkarttım, geri yerine koyamadım. içim daha güzeldi hani benim?
.
dudağım kanıyor. kopartıyorum çünkü. işte bu bilerek. bilerek ama istemeyerek. ben yine ne diyorum? uykumun düzeni düzenbaz artık. gece uyumuyorum, sabah hiç olmuyor sanki. sabah olunca da gün bitmiyor. kahvaltı falan hep forma giymek gibi geliyor. zorunlu ve sıkıcı. 53 olmuşum. bu sabah tartıya çıktım. annem zorla tereyağlı ballı ekmek tıkıştırdı ağzıma. sonra gün içersinde portakal suyu sıkıp getiriyor. "o kadar mı acınası duruyorum?" dedim, içimden elbette. dışımdan desem, annem de evet dese, ı ıh, kaldıramam bunu. hiç değilse şimdi bir diğer ihtimal var. belki sandığım kadar can sıkıcı değilimdir ihtimali. fonda yo la tengo çalıyor. damage. bu çalmasa da ağlar mıydım ben? yağmurda ışıklarda daha çok bekleniyor bir de. yeşil yansa bile hareket etmiyor arabalar. ama yağmur arabadan çok güzel izleniyor. böyle şeyler işte. dönüşte yürüyesim vardı, annem ıslanmama izin vermedi. iyileşecektim belki. iyileşmek dediğin nedir ki? iki fincan latteye tekabül eder. belki bir kaç da tarçınlı kurabiyeye.
.
biri bana ninni söylese.. baby sleep. gently sleep. life is long and love is deep. time will be sweet for thee. and all the world to see..

Pazar, Aralık 25, 2005

gözleri zeytin yeşili kardan adamlar

bu sabah geç uyanmaya programlamıştım kendimi. programlanmak denmez de, gece yastığa başımı koyunca öyle gibi hissettim. "geç uyanacağım gibi" gibi. ama kardeşim the willowz'un somethingiyle çılgın atıyordu sabah. ben uyuyacakmışım, rüyama izlanda girecekmiş, dizlerime kadar kara gömülecekmişim, uzun ve cüsseli ağaçlar olacakmış etrafımda ama ben korkmayacakmışım, kendimi sırtüstü, yüzükoyun, yan, öbür yan, ve daha başka şekillerde kara atacakmışım, küçükken yaptığım bütün kardan adamlar etrafımı saracakmış, burnuna havuç takmadıklarım, gözleri renkli olsun diye yeşil zeytinlediklerim bile... ben kardan adamları hep sevdim. ama sanırım en son 10 yıl önce yaptım kardan adam. büyümekle alakalı değil, üşümekle alakalı hiç değil.. benle alakalı ama ben neyle alakalı olduğumu hala daha bilemediğim için böyle oluyor. gömülüyorum bulduğum ilk kara rüyamda. hem fonda hep tori amos'un under the pink albümü çalıyor.. ben ezbere biliyorum diye değil o albümü, o albüm çok karlı olduğu için.. içinde düzinelerce kardan adam ritm tuttuğu için.
.
aslında rüyada kar görmek iyidir der annanem. beyazdır kar. beyaz, yeşil ve bir renk daha vardı. bu üçünü görmek iyidir der annanem hep. ama niye iyi olmadım ben bugün..? niye içime rengarenk neon ışıkları dolmadı, beni baştan uca sarmadı.. annanem beni niye kandırdı? yeşil bir kazak giydim. yürüyüşe çıkayım dedim. ya da önce yürüyüşe çıkayım dedim sonra yeşil bir kazak giydim. tam olarak hatırlamıyorum sırasını. yürüyüş mü? bu havada mı? dediler. babam beni bırakmak istedi. bıraktı da. kapıda bekledi. kitapçının kapısında. ben aradığım kitabı bulamadım. aradığım kitap da beni göremedi. babam telefon açtı kapıdan, "bekliyorum" dedi. bekleme diyemedim. "geliyorum" dedim. yeşil kazağımı kitapçıdan çıkardım. arabaya bindim. yokmuş kitap dedim. babam tepki vermedi. hayatta daha önemli işler var gibiydi. acele bir u dönüşü yaptı, yol veren toyotaya teşekkür anlamında hafifçe kornaya bastı, aynı zamanda kafasını eğdi, bir de "teşekkürler toyota" dedi. "toyota cipler iyi mi?" dedim. çok susmamak için aptalca konuşan biri gibi. babam da sussan daha iyi manasında "ben toyotayı kullanan adamı kastetmiştim" dedi. sustum ben de. zaten dnr'dan eve gitmek arabayla 4 dakika 53 saniye, yürüyerek, 16 dakika 28 saniye sürüyor. hemen gelmek istemiyordum ben eve. içeri girmesem olmaz mı dedim, annem duymadı. hoş geldiniz dedi. üstümü değiş etmezsem tekrar çıkarım diye düşündüğümden yeşil kazağımı çıkarmadım. fatoş aradı. ne kadar kısa cümleler kuruyorsun sen diyecek sandım, demedi. aşkitom nasılsın dedi onun yerine. iyiyim dedim inanmadı. bir kırgınlık var sesinde n'oldu? dedi. boşver dedim. akmerkeze geliyorum sen de gelsene dedi. tamam dedim. yürürüm diye. olmadı yine. babanemlere gidecekmişiz. mesaj çektim fatma'ya: "fatoş babanemlere gidecekmişiz, ama yarın görüşelim olur mu? sergiye gidelim, film izleyelim, kitap alalım, balık tutalım.. öpüyorum" dedim. olur dedi. kitap okudum biraz. sonra başka bir şey yapmadım. babanemlere gidemedik. annemin işi çıktı. başka bir yere gitti. ben somurttum hep. istemeden oldu ama. canım sıkkındı. rüyamda kar görmüştüm oysa.. haksızlık gibi geldi bu bana. annanem kar görünce seviniyodu banaysa somurtmak düşüyordu.. annaneme telefon açsam da sorsam dedim bir an. onun yerine sıcak çikolata yapayım dedim. 20 tane falan bitter çikolatayı aldım, madlen elbette. bıçakla ince ince kestim. benmari usulü erittim. mutfak öyle güzel koktu ki, gördüğüm rüyadan herhalde dedim. rötarlı seviniyorum ben belki, olamaz mı dedim. babama seslendim, "sıcak çikolata ister misin baba?" dedim. isterim dedi. sütü ısıttım. tarifi olmayan şeyler yaptım. babama götürdüm önce. sonra mutfağa döndüm, kendiminkini hazırladım, kapta kalan erimiş çikolatayı kaşık kaşık; yer gibi içer gibi bitirdim.. çikolata yiyebilen başka bir varlık yok dedim içimden, şükrettim. sonra akşam olmuştu zaten. yapacak bir şeyim yok gibi geldi. kazağımı çoktan çıkarmıştım. uzaktan bir yerden leonard cohen ineedyouidontneedyou diyordu.. bir kedi üşürmüş gibi miyavladı, eli cebinde evine giden bir adam güvenlik görevlisine sanıyorum nasıl gidiyor dedi. görevli epeydir annemin yemek ya da meyve yollamadığından dert yandı. ekranıma su sıçradı, kırgınlığım boyut değil zaman değiştirdi. ama yazacağım bebeğim, yazacağım.. *

Cuma, Aralık 23, 2005

hoşça kal

10:42

- efendim?
+ gece aramışsın, uyuyordum. noldu?
- bir adres isteyecektim. ama önemi kalmadı.
+ ....
- e e, nasılsın?
+ çıldırmanın eşiğindeyim.
- ....
+ yok bir şey. hoşça kal.


12:59

zzzZZZz

+ efendim özden?
- hayatım nasılsın, ağlamıyosun di mi?
+ ...
- parmağın nasıl?
+ kanıyor ara ara, çok kritik bir yerde kesik.
- sen kesmedin di mi?
+ özdeen! bilerek kesmedim elbette.
- aman, kendine zarar verme.
+ teyzemle konuştum. fazla kalifiyesin o iş için dedi.
- e ben de onu demek istemiştim.
+ ... kalifiye falan değilim özden ya..
- öylesin..
+ neyse.
- ..
+ tamam? hoşça kal.

Perşembe, Aralık 22, 2005

deve tabanı

sıkıntıdan oluyor hep. başka şeyler yapasım vardı önce. kurabiye yapacak kıvamdaydım işin aslı. mutfakta bir kaç anlamsız tur bile attım. vanilya ve kabartma tozunu çıkarttım, unu eledim. ama olmadı. devam edemedim. "başladığın bir işi bitirsen ya bi kez olsun" dedi annem. sustum. bir kaç kişiyi aramak geçti aklımdan, vazgeçtim. yağmur yağsın mı yağmasın mı bilemedim. yağdı mı yağmadı mı görmedim. çiçeklerin tozunu aldım. deve tabanının bitişiğindeki o adını bilmediğimin tozunu daha iyi aldım. dayım getirmiş. miş. miş. çiçek duruyor hala, "ne tuhaf" dedim, ama içimden. biz taşındık, dayım gitti, biz salona yeni mobilyalar aldık, dayım dönmedi, biz telefon numaramızı değiştirdik, dayım dönmedi, biz sanırım artık umut etmenin bile bir süresi olduğunu öğrendik, annem hariç, ama dayım dönmedi. "bunları düşünmesem ya" diye düşündüm. reyhan'a mesaj çektim. "bayan bunları sen mi yazdın?" dedi. "benim benlerime sen dese olmaz mı?" dedim, yine içimden. reyhan'a ise başka bir şey dedim. sonra camdan baktım, ağlasam mı ağlamasam mı bilemedim. geçen kış yüzümü ısıran köpek camdaydı. ona baktım. o da bana baktı mı bilmiyorum. dili dışardaydı. "hiç kızgın değilim sana" dedim. duymadı. "üzerinden zaman geçti diye değil, inan o zaman da kızgın değildim. sadece korkmuştum. hastane koridorları çok acımasızdı, hem yüzüm kanıyordu.. babam anlam veremiyordu niye ısırıldığıma; her zaman seviyordum ben seni, nie o gece ısırdın sahi?" .. bunlar anlamsız şeyler.. iz bile kalmadı yüzümde. belki kalsın isteyebilirdim. böyle; sanki, hiç kullanılmamış gibiyim. devren satılıkmışım gibi. bana ait yaralar daha fiyakalı gösterebilirdi belki beni. çok şükür dizlerimde morluklar var. ayıptır söylemesi, bu yaşa geldim hala daha bir yerlere çarpmada rakipsizim. hala daha çarpınca aynı buruşuk ifade oturuyor yüzüme.. hala daha bir şey olacak sanıyorum, yeni bir şey.. alışmak gibi.
.
annem ne karşımda ne de yanımdaydı masada. "L" gibiydik. ben mandalina soyar gibi yapıyordum, o soyuyordu sanıyorum. ben ağlamaya başladım. anlam veremedi. anlam vermediğini her söyleyişinde biraz daha anlamsızlaşıyordu sıkıntım. masadan kalktım. "o kurabiyeleri yapsa mıydım?" diye geçirdim içimden. "düşünmüyor sayılırım" dedim. bunu sesli dedim galba, çok net hatırlamıyorum. kendinden sıkılmanın bile adabı olmalı gibi geldi. bunu bile kurallarına uygun yapamıyorsam, ne bileyim başka şeyler yapsam. öğretmen olsam, tahtaya ders, konu yazsam, iki nokta üst üste koysam, süre hep aynı olsa ama konuları yetiştirmek hiç nasip olmasa.. burak en ön sırada olmasına rağmen tahtayı göremese, gözünü kıssa, yanına gitsem yardımcı olayım derken tepem atsa; rahmi burcu'nun saçını çekmeden üç saniye evvel "hey bebek, gözün ne renk?" dese.. ayrılacağım günün öncesinde fellik fellik fenerbahçe forması arasam ben rahmi'ye.. yine de bulamasam.. böyle şeyler işte.. hmm? daha mı iyiydi ne? değildiyse niye sıkılıyorum bunca zamansız.. ya da ben ağlamaya yakın hissetsem bunu, önlem alsam, kütüphanemi döksem, tozunu alsam, çekmecelerimde üst üste binen ne varsa çöpe atsam.. bir formül bulsam, kendimle başa çıksam.. aynı şarkıyı 23. kez dinlemesem. dinleyeceksem bile başka şarkı olsa bu, needle in the hay olmasa..
.
kalkıp çay koysam ya ocağa.
.
"-ne çok benin var senin.
-sen onlara sen demelisin."

Cumartesi, Aralık 17, 2005

greteli ben vurdum

ışıl ışıl evimin yolu. hansel gibi hissediyorum eve dönerken kendimi. niyeyse greteli sevmem. işin aslı bütün yardımcı masal kahramanlarını lüzumundan fazla abartılmış bulurum. ama tabii, ben masaldan ve kahramandan ne anlarım, o ayrı.. diyecektim ki, eve dönerken hafif bir sıkıntı vardı içimde. yo hayır, bir çingene bana "fahişe abla" dedi diye değil.. herkese öyle diyordu o, güle güle hem de.. benim canımı sıkan sanırım canımın gereğinden çok sıkılmasıydı. misal, bu akşam eve dönerken takside içine girdiğim geç gençlik buhranım çok anlamsızdı. zira ne gençtim ne de buhranlanacak bir durum yaşamıştım.. bir çingene biraz eğlendi hepsi o.. hem yalnız benle de değil, arkamdaki yaşlı teyzeyle de.. yok yok başka bir şey yordu zihnimi ama henüz çözümleyemedim.. belki taksicinin benle eğlenmesiydi asıl sinir bozucu olan.. beni bile isteye trafiğe sokmasıydı, söz dinlememesiydi.. hmm? olamaz mı? ya da ben deli miyim? ne zorum var da üzülüp duruyorum? halbuki güzel bir gündü.. hacı abdullah'ta bir baba gördüm. oğluna dolma yediren.. sırf o yetmez miydi? üzerine dökmüştü çocuğun sonra.. böyle güzel şeyler oluyordu mesela.. metroda bir kadına yer verebilmiştim, çocuklu bir kadına.. içi ferahlamaz mı insanın böyle bir şey yaptığında? hem sonra o çocuğun elindeki pembe balon akla kazınmaz mı? hem de benim gibi balon sever bir akla?
.
niyeyse, şimdi (22:25) birden bire aklıma geldi diye;
.
"bana çiçek gönderme
bir kuş ağacı gönder
alnıma dokunanlar
iyileşmiş desinler "

Çarşamba, Aralık 14, 2005

bir sinefilin dalağı patlarsa

bu sabah koştur koştur çıktık evden kardeşimle.. milyonları izlemeye kararlıydık lakin her zamanki gibi koşmadan yetişemeyeceğimizi anlamıştık.. ben hep geride kalıyorum zaten yetiştiğimde de kardeşim hep "bu atlas nerde ya, geçtik mi yoksa?" diyor.. ya da daha kötü olanı "üff ya bir daha senle bir filme gelmeye yeltenmeyeceğim.. hep böyle koşmak zorunda kalıyorum.." sanki benim hatam.. neyse.. dalağımızın patlamasına ramak kala atlasın kapısındaydık. gişede patladı ama o dalak merak etmeyin.. iki kişi için oynatmazlarmış filmi.. kız kardeşimle ben, suratlarımız pancar, nabzımız 280.. resmen sinir olduk.. hatta kardeşim hızını alamadı, yolun yarısından geri döndü ve gişedeki kadına "şikayet edebileceğim biri var mı bu durumu?" dedi.. ne çare.. kadın camı kapattı. böyle şiştik yani.. sonra ben bir dolu alış veriş yaptım leyla sakinleşsin diye.. evet o da öyle diyor zaten: "niye sen sinirlenince de ben sinirlenince de sen alış veriş yapıyorsun?" n'apim, ondan daha iyiyim bu konuda.. ve elimi kolumu yine noel baba gibi doldurmayı başardım. ve işte bugün ve hatta son zamanlarda aldığım en güzel şey.. onun dışında üç beş kitap ve bir de yeşil mi yeşil bir şal aldım.. ama yine de kardeşimin sinirini yatıştıramadım.. daha napacaksam? =) neyse.. son olarak birkaç alıntı bugünden..
.
inciden çıkarken;
kardeşim: burda çalışanlar ne şanslı ya, sabah akşam ne zaman isterlerse profiterolün alası önlerinde..
ben: bıkarlar be güzelim..
kardeşim: e bıkana kadar yemiş olacaklar ama..
ben: ..!?!
.
elimde mesnevi, suratım jokeri andırırken;
kardeşim: anlamıyorum ki napıcaksın o kitabı? okuyamadıktan sonra..
ben: ya saçmalama ya.. anlamıyorsun cidden..
kardeşim: sen hiç benim fransızca film aldığımı gördün mü?
ben: ?!?
.
vs. vs..
burdan öpüyorum onu.. en profiterol yemiş halimle..

Salı, Aralık 13, 2005

tadilat dolayısıyla kapalıyız

kendimi bakıma almalıyım. hatta epey bir geç kaldım. yıllar yıllar önce yapmalıydım.. saçımı kesecek cesareti değil de kendimi unutacak naifliği göstermeliydim. hep yeni baştan başlayacak kadar kısa süreli olmalıydı hafızam.. unutulduğum yerde kalmalıydım.. önümü aydınlatan şey her ne idiyse ona gitmesini söylemeliydim. ben hiç karanlıktan korkmadım zira. ben bir yalnızlıktan korkardım.. başıma geleceğini bildiğimdenmiş bu korku, anladım.. ne var ki hiç alışamadım. bu sabah uyandım, yine çok pek çok yalpaladım. gözlerimi temizlemeden yattığım için hayata yine simsiyah baktım. gerçi benim bakışımdan bir şey anlaşılmıyor ama sanırım hayat bana bakarken gözlerimin siyahlığından beni seçemiyor. işte bu yüzden dahil olamıyorum. bu kadar basitmiş demek.. karanlıkta seçilemediğim içinmiş.. yani karanlıktan korksaymışım bütün bunlar farklı olacakmış.. misal, radyoyu açtığımda neşeli bir parça dilime dolanacak, dişimi fırçalarken dahi onu söylemeye çabalayacakmışım.. ya da kapıyı açıp ilk ben alacakmışım gazeteyi ve üzerindeki ekmekle sütü.. böyle basit şeyler işte. ya da belki uyanmasam. bütün rüyalarımı başa sarsam.. ince ince incelesem.. hepsi bana dese ki, işte buydu sebebi; arayacak kadar bulunamadığındı. bulunduğunda çoktan kaybolmandı.. sana bir tasma lazımdı.. fazla açılmaman için.. kıyıya paralel de yüzemezdin.. yüzemedin işin aslı, yürüyemezdin denizin üstünde. sen bir başkası olabilecek kadar formatlamazdın kendini. bir yabancıya mektup yazıp denize bırakan çocuk aklın, aynanın karşısında ağlaya ağlaya kestiğin saçların, yıllar evvel istiklal caddesinde balon satan hüseyini hala daha hatırlıyan zihnin, kalabalıkta daraldığını belli edemeyen bedenin, her fırsatta hasar almayı beceren ellerin, parmakların, sen işte, her şeyinle.. yapamazdın.. denerken bile ağır yara alırdın.. kendi yaranı umursamazdın. kendine bir başkası olamazdın.. oturduğun yerde sabit durmaktan karıncalanırdı ayakların.. hatta o karıncalar beynine dek yürüyüp robot resimler çizerlerdi. görmezdin. senin etrafın karanlıkta kalan yanını aydınlatmaya çalışan irili ufaklı ateş böcekleriyle doluydu. du. du. du. hani hep dünündeydin hayatın? hani anı olacak bir şeyin yoktu? yoktun da biz mi uydurduk seni, hmm? elma dersek çık, armut dersek yine kes, yine saklan, yine kır, yine bir yokluk bul kendine..

Perşembe, Aralık 08, 2005

aşk mı? onu ben icat ettim

utanmış mı güneşim? hmm? ben ona ne demişim de o eğmiş başını, yere bakmış? kırmızı mı ona çok yakışmış yoksa o mu kırmızıya renk vermiş, hmm? canı mı sıkılmış? salatasının limonu mu fazla kaçmış? havuçlu kekimden yeterince tatmamış da üstündeki portakal reçeline kaşığını daldırmamış? ne yapmış ya da ne yapmamış da böyle güzel olmuş? hem nasıl da görmemiş benim bıraktığım yerde saatimi, yüzüğümü? küçücük aynasında kahvenin nasıl da yapabilmiş saçımı? hem neden benim profilime bu kadar takmış kafayı? ben profilimi ona armağan etsem olur mu? ya da ben ona çanta yapsam yine, hmm? en çocuksusundan.. üzerinde kocaman puntolarla "love? i invented it" yazan..

Perşembe, Aralık 01, 2005

derin bir çukur için çok acele sevgi aranıyor

dün gece arabada reyhan "lula hiç doyulur mu sevgiye?" dedi. biri ona "reyhan senin sevgiye bu kadar aç olmaman lazım." demiş. "öyle şey olmaz reyhancım," dedim, "sevgiye doymak demek, sevilmemeyi talep etmektir. ve kişi sevilmemeyi istiyorsa da sevmiyor demektir." durdu bir süre, sonra yağmur yağdı inceden. silecekleri çalıştırdıktan sonra "gözleri dönsün istiyorum beni görünce aşktan, bunu istiyorum." dedi. bir süre daha sessizlik oldu. ben çünkü düşünürken konuşamayan biriyim. konuşurken de düşünemediğim için hep saçmalıyorum sanırım. yine saçmalamamak için sustum. oysa diyecektim ki "içimizin en büyük çukuru sevgidir, aşktır, o çukur bir türlü düzlenmez. evet tıpkı o hikayedeki şeyh gibi.. ordaki şeyhin sarhoşluğu gibi. reyhancım, seni iyi hissettirecekse şayet ben en açım, hiç doymayan, hiç de doymayacak olanım. sevgi obezi olmayı talep ediyorum. evet, o derece.." ama ben pek tabii bu düşündüklerimin pek az bir kısmını söyleyebildim ona. söylesem de işe yarar mıydı bilemiyorum. işe yarar biri sayılmam ben çoğunlukla. en işe yaradığım alan annemin kavanozlarını açma dalında. kerpeten derdi annem bana eskiden. parmaklarım ince ama işe yarar diye. ne acıklı halbuki, bir dişiye kerpeten denmesi.. neyse, bak gördün mü reyhan, benim işe yararlığım bile hüzünlü.. hüzün en çok bana yakışıtığı için değil, hüznün içindeki çukuru bir tek ben doldurduğum için bunca beraberiz.. yoksa ilk sapaktan ayrılasım var ondan, bir daha hiç karşılaşmamayı dileyesim var, gördüğüm yerde karşı kaldırıma geçesim, adını duyduğumda da selam göndermeyesim var..

"sakla beni, bulmasınlar sabaha kadar" diyor şarkıda kadın. reyhan bak, o da aç.

neyse.. aslında ben neler anlatacaktım; neler neler... kaçan balık büyük mü hep? ya da ben kaçırdığım bir balığı büyüteçle arıyorum.. bulduğumda bir görüyorum ki, küçücükmüş aslı. evet evet, benim açtığım parantezler kurduğum cümlelerden daha çok yer kaplıyor. ve acı gerçek; benim gölgem aslımdan büyük. öyle günün belli saatleri de değil; her daim.. ben tam da şimdi çok küçük hissettim kendimi. çok çelimsiz. açık bir kapıyı kapatamıyorum gibi.. oysa derecelerim vardı, güç gerektiren alanlarda. hayranlıkla bakarlardı bana, o eller, o incecik bilekler nasıl açar o paslı kilidi diye..

ben ne çabuk yaşlandım ve yaşlılık ne de az yakıştı bana..

Salı, Kasım 29, 2005

Pervane'ye açık mektup

hayat kısaysa bile dostluk uzun elif.. hani sen bir gece kapıya gelmiştin, elinde bu balonlarla, hatırlıyorsun biliyorum da, yine de hafızayı ara sıra parlatmak gerek. hani bir kez demiştin ya bana, “senden sonra uzun soluklu bir kız arkadaşım bile olmuyor” diye. sonra uzun upuzun mektuplar yazardın, içinden çiçekler çıkan. sadece çiçek çıksa iyi, kuşlar çıkmıştı birinden, birinden kelebekler.. ama hepsinden sen.. hepsinden senin sevgin.. neyse, demek istediğim, bir şey demek istemiyorum. nasılsa sen biliyorsun tüm demek istediklerimi.

sen benim, kim bilir hangi tarihte, şişenin içine koyduğum, mektupsun. nereye gidersen git bendesin.. bilirsin, çıkmaz sokak varsa bile çıkmaz deniz yoktur yeryüzünde.. nice seneler bitanem. nice nice mutlu seneler..

Pazartesi, Kasım 28, 2005

alırım veririm ben seni yenerim

dün sabah pazar kahvaltısındaydık. ben, özden, elif ve arev. symrna'da. ne kötü bir başlangıç bu.. baştan alıyorum:

dün sabah, elif'in bir haftadan beri, belirsiz aralıklarla, sık sık yerini ve zamanını teyit ettiği kahvaltıdaydık. ben, özden, arev ve aşçı yamağı elif (ilerleyen paragraflarda bunun nedeni açıklanacaktır.). güzel bir kahvaltıydı. en sevdiğim öğün kahvaltıdır benim, doymak bilmem. bilsem de söylemem, söylesem de bir işe yaramaz zaten. yine öyle oldu. bir de bende şöyle saçma sapan bir saplantı var; bal geri dönmemeli. çöpe gitmemeli. ona kıyamıyorum. bu sebeple kahvaltının son demlerinde ben, balı çay kaşığımla kaşıklamakla meşguldüm. pişman değilim, yanlış anlaşılmasın. orda benim tanımadığım pek çok ünlüden ziyade uldız'ı görmek çok şaşırttı beni. ablamın arkadaşı uldız. sevgilisi de kendi kadar şekerdi. burdan onlara mutluluklar diliyorum, bana noluyorsa.. bunların dışında akşam eve dönüşte özden'le hızımızı alamayıp gloria jeans'e gittik. neden kahvesiz dertleşemiyoruz biz? hayır özden'le ben değil, genel olarak diyorum, toplum olarak. boğazımız mı kuruyor, dilimiz mi tutuluyor. kahve yoksa sohbet de mi yok? neyse, ben ne dediğimi bilmez oluyorum böyle bazen. aslında ben başka bir konuya değinecektim. -iç ses: paragraf başı lula, paragraf başı! ne zaman öğreneceksin sen bu kuralları, hmm? burak senden iyi biliyor.-
elif'in bir fotoğrafçı arkadaşı var. ikinci görüşmelerinden sonra, ki bu görüşmelerin ikisi de sergi gezme amaçlı- aşkını ilan eden bir mesaj attığını söyledi elif çocuğun. aşk ilanı olmasa da ona yakın bir şeymiş. sonra aklım takıldı buna. yurdumun bütün erkekleri göle maya çalma telaşında mı yani? ikinci görüşmede mesaj atıp, "ya tutarsa?" zihniyeti mi? yoksa ne? çünkü bu mesajlar cevaplanmadığında kahrolmuyorlar.. gayet sakin devam ediyor hayat. ölsünler demiyorum da, ben ne diyorum sahi?
.
neyse. sıkkın benim canım. kullandığım allık artık üretilmiyormuş. ben allığıma bile ihanet edemiyorum işte.. başka bütün allıklar sahte duruyor yüzümde. a a, unuttum elif'in aşçı yamağı hikayesini. şöyle bir hikaye o: elif yemek kültürü dersi almış, şansına da ödev konusu "hacı abdullah" çıkmış. en iyi sen yaparsın bu ödevi dedi. tam gaz verdi ödevi bana. evet, aşçı yamağı lafı bundan kaynaklı; ama bu metinde kim aşçı, kim yamak ben de şimdi bilemedim. sahiden boş konuşuyorum demek ki.. allığım bile bulunmuyor zaten.. ufflamak istiyorum sayın seyirciler..
.
hep böyle otomatik olarak sızlanan ben, burada mektubuma son verirken, uzaktaki ablama uldız'ın selamını, yakındaki babama da istediğim telefonun kodunu yolluyorum. -aldı o mesajı-
tüm içtenliğimle;

lu-alış veriş gazisi-la

Cumartesi, Kasım 26, 2005

saatleri ayarlama enstitüsü

yani hayatımın her günü saatlerin alındığı gecenin sabahı gibi sanki. ve ben saatimi ayarlayamışım gibi; ya ileriyim ya geri..

Çarşamba, Kasım 23, 2005

hıçkırık

"derin tutkulara düşmemek; buydu hayattan anladığımız.."
.
dişçiye erkenden gitmem gerek sanıyordum meğer öğleden sonraymış randevum. meğer bende unutkanlık başlamış.. dişçimden de taksicilerden de bahsetmek istemiyorum. kendimden de bahsetmemek istedim bir an.. mümkün mü? insan başkasından bahsederken bile, bahseden kendisi olduğu için kendini ele vermez mi? bilemiyorum. çok düşünmek baş ağrısı yapıyor bende. küçükken ben, babamın babaannesi de hayattayken henüz, saçımızı camdan dışarı atmamamızı tembihlerdi. o saç telleri bir serçenin ayağına takılırsa şayet, bunun bizde baş ağrısına sebep olacağını söylerdi.. o zaman da tıpkı bugünkü gibi "batıl" tınlardı bu söz. ama sanki şimdi başımı cidden camdan attığım teller ağrıtıyor.. öyle apansız, bir serçenin küfrü gibi.. ağlamak gibi oluyor. ben neden o canalıcı, sıkıcı ilkokul kitaplarındaki bayağı tasvirler gibi ağlayamıyorum? öyle "gözlerimden yaşlar boşaldı" gibi, hmm? öyle olmak istiyorum aslında.. hıçkıra hıçkıra ağlayayım.. oysa benim nöbetlerim uzun ve sancılı sürüyor. sessiz sessiz ağlıyorum. sanki gizlemem gerekiyormuş gibi.. utandığımdan değil, asla.. ağlamayı utanılacak bir şey olarak görmüyorum ben zaten. sadece kendi ağlayışımı, gülüşümü beğenmediğim gibi beğenmiyorum. ya da hep olmadığım gibi olmak istiyorum.. atölyede feride hoca vardı, hala var da artık atölye pek yok, işte o bir kez bana çok güzel ağladığımı söylemişti. tam da benim kendimi beğenmediğim sebepten.. ağlarken çirkin olanlardan değilmişim, öyle demişti. zarif ve kırılgan ağlıyormuşum.. ben tabii o sıra bunun iltifat mı yoksa teselli mi olduğunu düşünecek durumda değildim. canım fena halde sıkkındı.. yer ve zaman gözetmeksizin ağlayabilen biriyim ben.. iyi bir şey mi yoksa rezil mi oluyorum her defasında bilemiyorum.. bir kez de istiklal caddesini ağlayarak geçmek durumunda kalmıştım. tünelden metroya kadar.. hatta metroda da.. ne çaresizdim Allah'ım.. ve ne kadar budala..! şemsiyemi unutacak kadar buğulanmıştı aklım. arkamdan bir adam seslenmişti: "bayan..! bayan...!" diye.. öyle az geliyordu ki sesi, epey bağırtmıştım galiba farkında olmadan... "bayan, şemsiyenizi unuttunuz." demişti. bense, terminatör 2 deki linda hamilton gibi bakıyordum etrafa. onun akıl hastanesindeki hasta bakıcılara bakışı gibi.. durgun ve anlamaz.. 3 dakika sabit durduktan sonra teşekkür edebilmiştim.. o gün ben şemsiyemi değil de kendimi kaybetmeyi istedim, beceremedim elbette.. neyse..
.
hale "lula beni hatırlamadı mı?" dedi... lula seni hiç unutmadı; ama ifadesiz lula, çarpık lula, yürürken vitrine bakarken aksine dalan lula.. dayaklık mu bu lula, hmm? kızılcık sopasıyla vurulası mı avuçları? ama inan unutmadı, biliyorsun da bilmiyormuş gibi yapıyosun hale.. şimdi rolleri değiştik işte.. sopalıksın hale, en sopalık.. yine de doğdun diye mutluyum ne yalan söyleyeyim.. sen hep en deli olansın, en dolu ve de.. öpüyorum, öpüyorum öpüyorum.. her yanağından 8245'er kere.. nice seneler.

Pazar, Kasım 20, 2005

pazar: sıkıntının orta adı

aslında bana her gün pazar ama yine de pazar günü rehavetini fırsat bilip daha da bir gevşek, daha da bir şömine önü kedisine dönüyorum. gezi, dekorasyon, moda dergilerinin binini bir anda okumaya yelteniyorum, onları dün akşam elime tutuşturanı düşünüyorum, ona küçük prensin evcilleştirdiği tilki gibi bakmak, onun geleceği saati bilmeye çabalayarak, o gelmeden evvel heyecanlanmak istiyorum. çünkü kendisi bana eşi olmayan bir şey armağan etti. üzerinde küçük prensimin olduğu bir madeni para. ama nereye ait olduğu bilinmeyen bir para. "b 612" ye gidersem işime yararmış, öyle diyor. öpüyorum ben de onu, en evcil halimle. bir de utanmadan söz veriyorum b612'den ona kart atacağıma.. işte böyle efendim. pazarımın başı böyle, sonu da buna benzer olacaktır sanıyorum.
.
ha bu arada dün bir taksiciye denk geldim, şansım yaver gitmeye başladı belki, bilemiyorum, çok nazik biriydi. sigara içerken bile sordu rahatsız olur muyum diye.. öyle yani.. belki bu bir işarettir. belki şehre yeni, yepyeni bir sürüm taksiciler geliyordur. hmm, olamaz mı? neyse. elif şikayetçi zaten: "kızım nedir bu taksicilerden bahsedişin?" diyor. bundan böyle bahsetmeyeyim bari, değil mi?
.
neyse.. dün akşam eve geldim, midem fena halde bulanmış ve merdivenleri zor çıkmıştım. öyle bir suratım vardı ki, annem söylenmedi bile "nerede kaldın" diye.. neyse işte, o haldeyken bile canım kız kardeşim "bana ıslak kek yapsana" diyebildi.. istek sonsuz, hizmet sınırlıysa da.. neyse işte, kırmam ben onu, ama tariflerimi bulamadım. hale'yi aradım, tarif almak için. evli ya hani, ezberden biliyordur belki diye.. ama noldu? yine azar işittim kendisinden: "kızım ben ev kadını mıyım? ne bileyim ıslak keki, portakalağacı koma gir bak..!!" evet böyle ünlemli konuştu.. ama yılmadım, "nütfen nütfen baksana defterine" dedim. ı ıh. olmadı. üzgün olduğunu anladım. canının sıkıldığını. "çalışmamak istiyorum" dedi, "sen keyfine bak, sakın çalışma".. neyse işte; ıslak kek tarifi arayışım sürdü. elif'i aradım. o ezberden bildi, 10 puan yazdım hanesine. o bu puandan habersizdi elbette. sonra keki sabah yapalım, şimdi film izleyelim dedik.. 21 gramı izledik. sonra da saat 3 olmuştu, uyudum ben, kardeşim bir de star wars izledi sanırım. neyse, ne kadar sıkıcıyım Allah'ım...

Cuma, Kasım 18, 2005

masumiyet

dün ablamla karşılaştım sanal bir mekanda. mark'ın çocukluk fotoğraflarını yolladı. buyrun siz de bakın. işte burda; kocaman gözleri ve kızıl saçlarıyla. çocukken masum olmak, büyük bir marketten çıkarken ele tutuşturulan upuzun fişler gibi.. istemeseniz de veriyorlar. küçüklük öyle bir şey demek ki.. büyüdükçe anlaşılıyor da, elle tutulamıyor. neyse işte. bütün çocukluklar güzeldir diyecektim, bütün çocukluklar fersah fersah neşedir, sevinçtir, yağmurdan, sokak köpeklerinden kurtarılan yavru kedilerdir. onların gri olanlarına "duman" ismini vermektir. eve geç gelince doğru yatağa koşmaktır, uyuyor numarası yapmaktır.. çocukluk denilen şey baştan uca puantiyedir. puan puan renktir. yeşildir, mavidir, pembedir. arkadaşım eşektir. okuma bayramıdır, bu bayram esnasında yalova'da çilek toplamaktır. katılamamaktır. çocukluk babanın kucağında uyuya kalmaktır, arabanın camından dışarı bakarken "anne ay neden bizimle geliyor?" diye sorabilmektir.. benim çocukluktan anladığım da nedir ki zaten; kendi çocukluğumu hatırlamaktan başka?
.
ı ıh. devam etmiyorum. etmeyeceğim.

Pazartesi, Kasım 14, 2005

kayıp aranıyor

gecen gece sergi açılışına davetliydim ya, hani yeşil giymiştim, işte o gece, evet, keşfedildim. şaka bir yana, serginin ev sahibesi Taci Hanım'ın kızı fotoğrafçıymış. orada bir kaç kare fotoğrafımızı çekti. onları e-mail yoluyla yollamış. bir de eklemiş: "yüzün çok güzel, portre fotoğraflarını çekmeyi çok isterim..". evet bunun gibi bir şey demiş. ben de cevaben portre fotoraflarına uygun olmadığımı düşündüğümü, zira dişlerimde tel varken gülmeyi pek beceremediğimi falan söyledim. herhalde gülmemi istemediği için, ya da başka bir sebepten "hiç önemi yok tellerinin..." dedi. ağlamamı mı isteyecek yoksa Allah'ım? bilemiyorum, ama potfolyosunu çok beğendim. ve tek bir şart koştum, "ben de senin fotoğrafını çekeceğim ama.." dedim. bir kaç da çalışmamı (!) yolladım. beğenmiş. sevinmiş. "oleeeeeeeey, bir fotoğrafçıyı kareleyeceğim!!" demiş. ama ben de aynı bu pozdan istiyorum. evet evet. aynı ondan istiyorum. bunu idil'e nasıl söyleyeceğim? neyse.
.
sonra... cumartesi günü elif'in resimleri sergilenecekti cevahir otelde. address istanbul muydu neydi? işte öyle bir yer.. ben o sabah da annemle tartıştığım için işlerim ters gidiyordu. durakta taksi yokmuş, yola kadar yürüdüm, caddeye çıktım evet. hala ufukta taksi yoktu. sinirlensem mi, üzülsem mi, acısam mı kendime bilemedim. zar zor bir taksi bulup dişçime gittim. evden çıkarken aramıştım sözde. telefon meşguldü diye beklemedim. gittim ve kapıda kaldım. ben taksi ararken sanırım gitmişler. ortodontistim ve tayfası. sinirli şirin bile olamadım. şirinlik bir halim kalmamıştı. tekrar taksi aradım. bu böyle değildi eskiden diye düşündüm. taksiler müşteri arardı. iki taksi beni geri indirdi, biri yolu bilmiyormuş, diğeri için de ters tarafta bekliyormuşum, yolun karşısına geçsem daha iyiymiş.. hiç önemli değil, sizinle dönelim dedim, olmazmış, benim parama yazıkmış, çok yol varmış dönmek için... çıldıracaktım. ve bu arada güneş enerjisiyle çalışan telefonumun şarjı bitmişti pek tabii. en çok lazım olduğunda şarjı olmaz onun. huyu kurusun. son taksi şoförü beni metroya bindirdi zorla. benim kulaklarımdan dumanlar çıkıyordu. aynı o eti browni reklamındaki şapşal kız gibi bakıyordum etrafa.. sanki herkes sevgili, herkes mutlu, herkes neşeliydi de bir ben köşeye sıkışmış, sözümde duramamış ve buluşmaya geç kalmıştım.. çukulata iyi gelir belki dedim. o kıza browni iyi geliyordu, hem aşkı hem birlikteliği hem karın tokluğunu getiriyordu mucizevi şey.. ülker makinesine para atıp sütlü çukulta için gerekli numaraya bastım. aldım da çukulatamı. ama n'oldu? paramın üstünü vermedi. şu kadar krediniz var dedi. o parayı bana harcatana kadar uğraştı. yapay zekaya karşıyım. sonuna kadar. çukulatamı yerken bunları düşündüm. metroda sağa sola anlamsız anlamsız bakarken de..
.
bunların dışında dün silah zoruyla yazlığa gittim. benim annemde neden ve nasıl peydahlandığını bilemediğim bir aile saplantısı var. elbette ben de ailemi seviyorum ama her zaman beraber olma şartı nereden kaynaklanıyor? ben imzalamadım öyle bir şartname.. her neyse.. aynen bu sinirle gittim. hatta son ana dek gitmemeye çalışıyordum ama olmadı. zile uzun uzun basıp, hadiledi annem. "beklemeyecekseniz gidin" dedim. sinirlendi bu sefer, hadilemeye devam etti. bir yandan da söylendi: "arkadaşın çağırsa dünyanın bir ucuna gidersin, şurda baban rica ediyor..." yalan.. külliyen yalan.. kendi zorluyor beni, bir de babamı öne sürüyor. biliyor babamı kıramayacağımı.. evet n'oldu..? ben ifadesiz suratımla, arka koltukta, anneme uzak, cama yakın, kulağımda kulaklıkla radiohead dinledim. tamamen yok olmak nasıl onu anlatıyordu thom yorke.. annem kulaklığımın tekini çekip: "neyin var senin?" dedi. sustum. kulaklığı taktım tekrar. sessiz bir film gibi devam etti annem konuşmaya. yani ne diyordu bilmiyorum ama hareket ediyordu sanırım ağzı. cama döndüm. bir şeyler yazdım. şarkıyı tekrara aldım. böyle şeyler işte.. yazlıkta da, hani camekan bir bölüm oluyor ya, eve hem dahil hem değil.. işte orda uyudum. ısıtıcıyı yakınıma koymuş babam. yani sayın okurum, uyudum ve beş karış suratla geri döndüm. böyle oldu. ama aile saadetimize diyecek yok.. değil mi anne?
.

Perşembe, Kasım 10, 2005

kaşifin seyir defteri

çok ilginç bir şey keşfettim dün. benim cep telefonu numaram "1234567"nin anagramı (başındaki 0235 hariç) ... neyse efendim, yeni keşiflerde buluşmak dileğiyle..

Pazartesi, Kasım 07, 2005

sürekli aydınlık için bir dakika karanlık

Bu sabah, uyanır uyanmaz güne afili bir başlangıç olsun diye cardigans’ın a good horse’unu açtım son ses.
.
"i've been whinin' bout a fresh start
i found myself a good horse"
.
dedikten sonra "hey!" diyor ya; işte böyle bir başlangıçla günün sonuna dek "hey"leyeceğim, içim içime sığmayacak, hatta horon tepecek, ben de yerimde duramayacağım sanıyordum. yanılmışım. günün geri kalanında, ki yaklaşık 10 saat, "heyheylerim üstümdeydi". yanlış heyheylenmişim. shrekte yanlış iksir içtiğini sanan dev gibi hissettim kendimi. yanlız ve sevgisiz. eşeğim bile yoktu. yürüyüşe çıktım, döndüm. uzandım, kalktım. kitap okudum, kitabı kapattım, kendime bir sandviç yaptım. annem evde yoktu ama sesi yine de bir yerlerden yankılanıp "dolapta yemek var, üşenme ısıt, sandviçle geçiştirme" demeyi başardı. dinlemedim. çay yaptım, içtim. sonra biraz daha, biraz daha.. belki bu sıkıntım tetikler de resim yaparım dedim, ı ıh, yapmadım. yapılmış resimlere baktım. annemin kim bilir hangi deliğe tıktığı resimlerimi aradım. bulamadım. bulsam çakacaktım. tekrar uzandım. kardeşim bir woody allen filmi açtı. biraz biraz, sonuna doğru hepten neşelendim. "yeşil giyeyim" diye geçirdim içimden. yarınki açılışta. sonra kumbaramı açtım, döktüm, saydım içinden çıkan paraları. çok bir şey yokmuş. olanı da tekrar içine koyup kapattım. içinde kaç para olduğu bilinen kumbaraların bu kadar sevimsiz durduğunu bilmiyordum. bir kaç bozukluk daha attım, ne kadar olduklarını bilmeden. "her sıkıntıya böyle kolay çözümler olsa keşke" diye düşündüm. misal birisi duymak istemediğimiz bir şey mi diyor, içimizden 20'ye kadar saysak gözlerimiz kapalı, geçse; ya da kettle mı bozuk, çalışmıyor mu, yine, gözümüzü kapatıp cezveye uzansak, sevimsiz olmasa artık soğuk sular... böyle şeyler işte.. günlük hayatı kurtarmak için gözlerimizi bir kaç dakikalığına yumsak; hmm?

Pazar, Kasım 06, 2005

bir kaşık sonbahar

yeni bir şey yok. alabildiğine durağan, biteviye sıkılgan her şey.

Perşembe, Kasım 03, 2005

bu bir bayram tebriğidir

şekerleri sağ cebime, harçlığı da sol cebime doldurun. yanağıma da bir öpücük kondurun.

.

iyi bayramlar.
.
bayram hediyeniz babamdan. altına geçip dilek tutmak serbest.
.

Çarşamba, Kasım 02, 2005

patikler kimin icadı?

dün fatmayla bayram öncesi son bir iftar yapalım dedik. özden de gelecekti. bu sefer aradım hacı abdullah'ı, yer ayırttım. çok medeniydim. ama yine de evden vaktinde çıkmayı beceremedim. anneme not bıraktım: "iftara gidiyorum, gelince görüşürüz." ve evet her zamanki gibi koştur koştur çıktım evden; dört nala. bir buluşmaya da vaktinden 3 saat evvel çıkabilecek miyim acaba? şöyle sakin sakin, aynalara baka baka.. durakta taksi yokmuş, caddeye yürüdüm. koşar adım yürümeye devam ettiğimi söylememe gerek yok; anladınız zaten. nihayet bir taksi durdurdum. ve bunun, taksi çevirmenin kesilikle kumar olduğunu düşündüm. "aşkta kazanırım umarım" dedim içimden. trafiği görüp "yan yoldan gidebilir miyiz" dedim. ooo, kime diyorum; "hep böyle burası, açılır açılır..." sakin olmak adına çantama yöneldim. uğraşacak bir şey var mı diye. aynadan bana bakıp: "okuldan mı?" dedi, "efendim?" dedim, "okuldan mı çıktınız?" dedi. "yoo" diyerek sözü uzatmamak istedim. başka şeyler de istiyordum.. mesela yapay zekalı taksi şoförleri, mesela sadece soru sorulunca cevap veren taksi şoförleri, mesela belki de bayan taksi şoförleri -hiç değilse takside göz kalemi sürmek gibi bir avantajı olabilirdi-... ama istediklerime sahip olmam istemediklerim karşısındaki duruşumla şekillenecekti. bu sebeple hep belirsiz bir gelecekte asılı kaldılar -yani sanıyorum-. en son ters bir yola soktum taksiyi, giriş var sanıyordum, yanılmışım. kocaman bir cip önümüze çıkınca ben en ana okulu sesimle: "burda inebilirim." dedim. indim de, arkama da bakmadım. geri mi gitti, yol mu istedi haberim yok. metroya doğru acele ve acımasız adımlar atıyordum. ve pek tabii metro yolunda 8 beygir gücünde olan ben, hızlı hızlı jeton aldım, onu attım, turnikeleri geçtim, trene bindim. iyi ki bindim, daha fazlasına nefesim kalmamıştı. bir gittim ki taksime, henüz kimse yok. dolandım dolandım, taksiciyi düşündüm, sonra bana ne dedim, düşünecek hiçbir şeyim yok mu dedim, iftarda ne yesem dedim... sonra fatma, kuzeni, arkadaşı geldi. en son da özden. orda burda şurda oturmak suretiyle geceyi noktaladığımızda 3 şişe, 2 bardak, bir de genç bir kızı düşürmüştük yere. "nazarmış" öyle dedi özgü. ayrılırken de "yine görüşelim" dedi. çok pozitif biriymişim, hemen ısınıyomuş insan bana..
.
..
.
ben hep üşürüm ama..

Salı, Kasım 01, 2005

buğuya gazel

balkon camının buğusuna adını yazacak kadar çocuk kalmış bu lula..

Pazartesi, Ekim 31, 2005

hale

1 saat kadar evvel; zzzZZzz. telefon. hale. (heyecanlı olan elbette benim)
+ hale?
- dün akşam kardeşini televizyonda gördüm.
+ beni? beni görmedin mi? yanındaydım.
- hayır seni almamışlar.
+ üff ya.. tabii ben istedikleri gibi konuşmadım da ondan.. ee? çok güldün mü?
- he evet, ne anlatıyo bu böyle dedim. farkında mısın lula; hep televizyonda rastlıyorum size, ki ben ne kadar az televizyon izliyorum.
...
evet yazın da beni görmüştü hale televizyonda. özden'in mezuniyetinde kamera burnuma girmiş, kepsiz ve dahi cüppesiz beni yakın ve uzak planlarla çekmişti. ben elbette izleyenlerin yalancısıyım. neyse.. haleyle aramızdaki dostlukta ben hep şımarık ve heyecanlı olanım. o da hep sakin ve vurdumduymaz. bu dünyaya paralel başka bir gezegende çok iyi bir çift olabilirdik hale. (bu ihtimalden korktuğu için sanırım evlendi hale.)
.
+ hale? bayramda görüşecek miyiz?
- hayır..! ( sesinde "bu da nerden çıktı?" tonu)
.
benden çıktı hale. çok göresim geldi seni. hem öyle telefonunun küçücük ekranından anlayamazsın elbisemin güzelliğini...
.
neyse. halecim, ben bir ara uğrayıp öperim o saygıdeğer elini..

Cumartesi, Ekim 29, 2005

tazı kovala

yaşlandıkça daha çok sahipleniyorum tavşanımı sanırım. hatta yiğenim geldiğinde ödünç bile olsa pek veremiyorum. alıp götürecekmiş gibi sıkı sıkı sarılıyor, sahiplenmiş gibi. ama bir gece elif bizdeyken ve canı çok sıkkınken ve geç vakit ayrılacakken, gözleri de buğulanmışken ödünç vermiştim ona. evet. "bununla uyu bu gece, iyi gelir" demiştim. hiç sormadım sonra, sahi, iyi geldi mi elif? bir ara da sık sık boynundaki kurdelesiyle uğraşmıştım. çeşitli ruh hallerime çeşitli kurdeleler yamalamıştım. ama içlerinde en güzel ve en yakışan bu siyah olduğu için sanırım, ruh halimi de kurdeleyi de sabitledim. siyah bize çok yakışıyor, mübalağa yok. belki ona biraz daha çok. neyse. adı olmayan cinsiyetsiz tavşanım hakkında daha başka şeyler anlatmalıydım ama n'aptım, rengi bozuk bir teletubby gibi ona ne renk yakışıyor bana hangi yalnızlık kurdele takıyor gibi saçma sapan ve anlamsız şeyler geveledim. gün ışımadan aklım ışımıyor galiba. mesela diyebilirdim ki, çocukken ağladığımda, gözlerimi sımsıkı yumardım. sarfiyat az olsun diye sanırım. gözümü açtığımda tavşanımı yanımda bulurdum. annem bir teselli armağanına çevirmişti bunu. her canım istediğinde değil de, boyum kadar yalnızlığımla başedemediğimde kucaklardım tavşanımı. -o sıralar orjinal kurdelesi, üzerindeki kalplerle fiyonk bir makarnadan daha yiyilesiydi.- çocukluğum bekleme odalarında geçtiğinden sanırım, ben hep çok sık yalnızladım. aramızdaki bağ bu nedenle kuvvetlenmiş olabilir. aşı olmak için beklenen odalar, iğne olmak için beklenen odalar, damaklık için beklenen odalar -hala daha bekliyorum o odada-, kaybolduğumda bulunmak için beklediğim odalar.. bir zeki demirkubuz filminin ilhamıyım ben. evet. canım istediğinde terk edemem, beklerim. acıktığımda, susadığımda, sevdiğimde, sevmediğimde.. ben her koşulda bir bekleme odası nezaketiyle beklerim. çaylar kahveler içer, günü geçmiş dergilerde gezinirim. şikayet edemeyecek kadar demlendiririm sukunetimi. ben galiba çocukken yaşlandım. şimdi dilediğim kadar beyazlasa da saçlarım, daha fazla yaşlanamam sanırım. ve sanırım bu sebeple bütün doğum günlerini -elbette kendiminki dahil- vaktinden erken bulurum. bütün randevular gibi, ne kadar erken gidilirse gidilsin beklemek gibi.. ben sanki yine lafımın başını sonuna bağlayamadım..

.

tavşanımı anlatmaya kararlıydım ama yine lafı uzattıkça uzattım ve arada benim için çok önemli olan bir doğum gününü unuttum. böyle şeyler mazaret gerektirmediği gibi özürle de telafi olmaz. diyeceğim o ki; seni sevmem doğum gününü hatırlamamla yahut 1 ay öncesiyle karıştırmamla, ya da hiç hatırlamamamla ölçülmemeli. hmm? çünkü hafıza ölümlüyken güzel. (gerçi o derece yitirmedim sanırım ama bir kaç kıskaç, bir kaç da post-it lazım unutkan aklıma) seviyorum seni, yetmezse dünyayı tersine iki tur çevirir, yine kutlarım doğum gününü? anlaştık mı?

Cuma, Ekim 28, 2005

tavşan kaç


tavşanımla göz göze geldim bu sabah uyanınca. "benden hiç bahsetmediğinin farkındayım" dedi. biraz mahçup, biraz da "ama hiç fırsat olmadı" der gibi baktım. benim bir oyuncağa sarılarak uyumak gibi bir alışkanlığım yok; hiç olmadı. tavşanıma da sarılmıyorum ama orda olduğunu bilmek huzur veriyor. babam bir yurt dışı seyahatinde almıştı bunu bana. 6 yaşındaydım, bademcik ameliyatı olmamıştım henüz. ya da olmuş muydum? hatırlamıyorum. pazarları işitme engelliler haber bülteninden önce bir çizgi film vardı, uçan kaz.. onu hatırlıyorum. sonuna kadar izleyemezdim onu da, uyur kalırdım babamın kolunda. -çoook eski bir alışkanlıkmış demek ki bendeki bu bir filmi, diziyi sonuna dek izleyememe-..
.
şimdi sizlerin huzurunda özür diliyor ve sımsıkı sarılıyorum ona.
.
.
.
to be continued

Salı, Ekim 25, 2005

maskeli kedi

çok ilginç bir rüya gördüm sanıyordum. ilginçti de ilk etapta. santorini gibi, ama çok daha victorian bir kasaba. ve ben orada yaşıyormuşum da bilmediğim bir kalabalık şehre gelmiş; karnaval havası estirmiş gibiydi.. insanlar maskeli ve parlak giyimliydi. yanımda biri vardı, kimdi hatırlamıyorum. bir köşeye saklanmışız - izlememiz yasaktı demek ki onları -. sonra ben yukardaki evimi gösteriyorum yanımdakine. sonra uyandım zaten, babamın sesiyle. rüyamın anlamını çözmeye çalışıyordum ki, aniden dank etti: dün ben maskeler denemiştim. hatta hızımı alamayıp kardeşime de denetmiştim. işte böyle. rüyamın kaynağı bu kadar gündelik bir olaydı. hiç bir alt metni, karmaşık açılımı yoktu. ben dün akmerkez'de bir aksesuarcıda maske takmıştım, hepsi oydu.
neyse işte böyle. bugün de aynı merkeze gideceğimi düşünmemiştim. annem rica etti, yalnız alış verişe çıkamaz benim annem. ve bıraksam karşıdan karşıya geçerken hala elimi tutar. olsun, onu böyle de seviyorum ben. pek tabii yine garaja parketmedi. ben annemle market alış verişini seviyorum ama annem galiba pek memnun olmuyor. ne lüzumsuz bunlar deyip duruyor ama elinden bir şey gelmiyor kasada. bir kere konserve ananas lüzumlu bir şey anne. balsamik sirke de. madem almışım bunları, salatayı ben yaparmışım. "oluuur" dedim. severim ben mutfakla uğraşmayı. en son bir tiramisu yapamamıştım ama salata konusunda iddialıyım.

ben bir iftar arası verdim, gelmek bilemedim.(09:040; 26.ekim, çarşamba)
snatch'i izledik kardeşimle. her seferinde ilk izleyişimiz gibi gülebildiğimiz bir film bu. yine öyle oldu. sonra da mutfağı toplamak, kedilere yiyecek indirmek, biligisarayda başka şeylerle uğraşmak derken bir ertesi gün olmuş yine. neyse diyeceğim oydu ki, rüyamda maskelerimden ilham almışım. sıkılıyorum ben çok. tam da şimdi. "dişçime gitmemek gibi bir alternatifim olsa" diyorum içimden. kimse duymuyor, bilhassa dişçim. o beyaz önlüğüyle beni bekliyor. ya da daha acımasız bir ihtimal biricik bekliyor beni. dişçi koltuğunu da sevmiyorum. herşeyi olduğundan daha zalim gösteren o koltukta hep rahatsız duruyorum. ve saçımdaki tokalar kafama batıyor, ben bunu bir türlü söyleyemiyorum. dişçim değil ama belki biricik anlıyor ama sesini çıkarmıyor; olabilir mi? sanmıyorum. neyse. hazırlanıp çıkıyorum ve dün telefonda "dry your eyes mate" dinlettiğim ablama bir kez de burdan selam ediyorum. sıradaki blogu ona adamadan evvel bu blogda kendisini ne çok sevdiğimizi unutmamasını ve sık sık hatırlamasını rica ediyorum.
.
esen kalın.

Pazartesi, Ekim 24, 2005

come up to scratch

evin içinde timo maas gibi dolanıyorum bir kaç gündür. çünkü ablam ada'ya son gidişinde i-podu da yanında götürdü. bize de evdeki müzik çalarlarla idare etmek düştü. odalararası ulaşımda ses kalitesi düştüğü için ben diskmani tercih ediyorum. ve haliyle kulağımda kulaklıkla izole bir hayat yaşıyorum. sık sık da kulaklığın tekini kulağımdan uzaklaştırıp şu cümleyi sarfediyorum : "biri bana mı seslendi?". bana seslenseler de bir seslenmeseler de artık. dün gece teyzemle konuşurken de bu durumdan bahsettim. "ben de istiyorum ondan" dedi heyecanla. duymak istemiyormuş bazen kimseyi. "işe yarıyor" dedim. işe yarıyor cidden. yani ben başka bir iş için kullanıyorum ama bonus olarak o işe de yarıyor. kapıya da telefona da bakmıyorum. ve de yüksek sesle şarkı söyleyişime anlayış beklemek durumunda da kalmıyorum. "deliyim ve ne yapsam yerim" bakışı atıyorum. bu sabah da neredeyse kendimden geçerek "blood roses"ını söylüyordum tori amos'un. hele bir yerde tori çığlık çığlığa "god knows i've thrown away those graces" diyor ya, işte orda ben de çıldırasıya eşlik ediyorum. hayır, pişman değilim; yine olsa yine yaparım.
.
geçen gün takside susuşum hakkında; aslında genelde, hayat içersindeki susuşum konusunda biraz fikir yürüttüm. yürürken daha çok düşünüyor ya insan. ama ben yine pek muvaffak olamadım. tek hatırladığım ben sustukça karşı tarafın sinirlerinin daha çok bilendiği. lisede elif'le de böyle bu vakamız olmuştu. olayı anlatmaya lüzum yok ama ben biraz incinmiş biraz da toyluğumdan sanırım çaresiz hissetmiştim kendimi. neyse efendim, netice itibariyle küsüşmüştük. pek tabii her boşanan çift gibi biz de ilk iş olarak sıraları ayırmıştık. ben nereye geçmiştim hatırlamıyorum. belki hale'nin yanına, emin değilim. konu bu değil. elif o günleri hatırlatırken daima "sen küsken çok acımasızsın" der. oysa acıma duygum değil mi beni suskun ve sakin kılan? yani elim belimde, hakkımı aramak adına çıkışsam daha mı iyi? hiç hoşuma gitmez öyle durumlar. böyle olmadığım gibi olunmasından da yana değilim. o hakkımı ben bir ara bir şekilde alırım. böyle ucuz numaralara gerek yok. işte o vakit de, galiba 2 ay kadar falan, susmuştum. elif ara ara gelip, bana olan kızgınlığını belli ediyordu ama ben sanırım hissizleştirmiştim kendimi, tepki vermiyordum. -başka zaman, başka bir mevzuda elif bu durum için 'sen sinirlenmedikçe ben daha çok sinirleniyorum' diyecekti.- tepkisizlik bilgelik değildi lakin. evde uzun tiratlar atıyordum. kendimle barışamıyordum. umarsızlığım umutsuzluktandı sanırım. ben hiç layıkıyla sevilemeyeceğimi düşünüyordum. çünkü elif'le de küsüşümüzün sebebi -okurken yine inkâr edecek sanırım- tamamen benim onu korumaya çalışmamdı. neyse. ben buraya nerden geldim? elbette barıştık. o zaman cep telefonları yeni icat olmuştu. bir heves kullanıyorduk. bir film sırasında sanırım, ön koltuktan mesaj atmıştı, "kantinde konuşabilir miyiz?" diye. öyle işte.. ağlaya ağlaya barışmıştık. hiç şüphesiz evlilik bizimkisi. aynı sırada oturmaya, yine sabahlara kadar telefon görüşmesi yapmaya ve elbette ders çalışmamaya kaldığımız yerden devam ettik. ama susuyorum ben hâlâ; en çok konuşmam gerektiğini düşündükleri anlarda ben hâlâ susuyorum. eskiden kalmış bir alışkanlık sanırım.
.
sahur editi: susmazken daha sevimliymişim; öyle dedi annem bu konu hakkındaki görüşünü belirtirken. buradan kendisine en yere göğe sığmaz, en haşarı, en capon smiley mi yolluyorum: "=)"

Pazar, Ekim 23, 2005

lula'nın pabucu yarım ama çıkmasa da evde oynasanız?

günlerden yine pazar. dün gibi bu akşam da iftara davetliyim efendim. ama bugün babamla gideceğimden, dünkü gibi beklemek durumunda olmayacağım umarım. dün de her zamanki gibi yaka paça ve hatta hırkamı apartmanda giymek suretiyle evden ayrıldım. "dört buçukta zincirlikuyu girişinden alim seni" demişti esra telefonda, saat 2'ydi o zaman tabii. ben de kaba bir hesapla 4 gibi evden çıkarım diyordum. ama elbette evdeki hesabım çarşıda patlak verdi. saat 4'ü beş geçiyordu ve ben hala evde saatimi arıyordum. saçımdan bahsetmiyorum bile, latoya ceksını andırıyordum. her neyse. taksiye nefes nefese bindim. zincirlikuyu dedim. caddeye paralel ara sokaklardan, trafikten kaçarak ilerliyorduk. indiğimde saat 16:29 du. heyecanla esra'yı aradım. "yaşasın!" diyordum içimden; ilk defa tam vaktinde buluşma noktasına gelmiştim. ama noldu? esra daha evden çıkamamış. kardeşini beklemiş. en nihayetinde o da gelmemiş, şimdi çıkıyormuş evden.. hayal kırıklığımı tarif etmeme lüzum yok. elle tutulabiliyordu nitekim..
.
neyse. ben daha fazla neyselemek istemiyorum. dün gece eve dönüşte, esra'yı trafiğe sokmak istemedim. "burda ineyim ben" dedim. o da "olmaz, burda indiremem seni" dedi. yıldız teknik'iğin önüydü sanırım. "taksiyi çevireyim önce" dedi. çevirdi de, ama bilmediğimiz bir şey vardı, şehrin en azılı ruh hastası taksi şoförüne denk gelmiştik. sinirim tepemdeyken hep susarım ben. yine sustum. ama arada hapşurma gafletinde bulundum.
.
- çok yaşa!
+ ... (sessizlik)
- yaşlanınca da taşırım inşallah sizi (bir de korkunç bir sırıtma efekti)
+ ... (sessizlik)
- nasıl espri ama?
+ ... (sessizlik)
- tabii siz yaşlandığınızda ben çoktaaan ölmüş olurum ama..
+ ... (sessizlik)
...
evin önüne geldiğimizde uzattığım paraya uzun uzun baktıktan sonra: "sahte değil, di mi?" dedi. bense hala nemruttum. sustum. "piyasada çok sahte para var da" deyip, banknotu ışığa tuttu. sonra bana para üstümü verdi. ve ben inmeden evvel, önce tüm husumetimle verdiği paraları ışığa doğru uzatıp gerçekliğini kontrol ettim; -elbette o sıra bunu tamamıyla keçilikten yaptım, yoksa anlamam ben neresinden anlaşılıyor orjinal olup olmadığı- sonra da dostça "iyi geceler" dedim. zira geceydi ve annem beni yine aramamıştı.
.
neyse.. böyle işte. hep ertesi gün editliyorum ya, hep rötarlı oluyor yazdıklarım. olsun, beni böyle de sevin, aşkımla eriyin, her zaman cornetto yiyin.

Cuma, Ekim 21, 2005

Ob-La-Di, Ob-La-Da

dün fatma'yı hacı abdullah'a götürecektim iftar için. ama unuttuğum bir şey vardı; rezervasyon! beyoğlu aksanat'ta beklerken fatma beni, tabii bir adamın bana nasıl çarptığına da tanık olurken camın ardından ve ben de onun katıla katıla gülüşüne bakarken buluştuğumuzda utanarak "fatoş ben rezervasyon yaptırmayı unuttum" dedim. güzel olduğu kadar da anlayışlı da olan arkadaşım gülümseyerek bir şey olmaz demeye getirdi. gittik mekana. fatoş önce o kapıdan böyle bir yere giriş yaptığına şaşırdı. ben de müdüriyete doğru emin ama bir o kadar da mahçup adımlarla ilerledim. ahmet bey biz'e yer bulacağına söz verdi ve ekledi "iyi ki rezervasyon için aramamışsınız, yer yok diyecektik" dedi. her neyse, gittik. bir güzel de yerleştik. solumuzda vücudunun tamamı göbek olan ve her nasılsa bu cüsseye soyadı çöpdemir olan kadir bey vardı. diğer yanımızda yılmaz morgül. gerçi kimsenin yemeklerden başka birşey görmediği mekanda fatma yine konuştukça güzelleşti. ben sanırım susarken daha güzelim. ya da öyle olduğumu düşündüğüm için pek konuşmuyorum. ya da konuşuyorsam bile anlamlı cümleler kuramıyorum. kuruyor muyum yoksa fatma?
.
sonra fatma beni cezayir'e götürecekti. götürdü de ama ramazan konsepti için fazla aşifte buldum ben orayı. kaprisli biri değilim, ı ıh, hiç değilim. ama olmazdı orası. neyse fransız sokağında bir yerde kahve içtik. elbette türk kahvesi. sonra da hiç susmadan yürüdük, yürüdük. aksanat'ın önünde tam da tanımadığım bir adamın bana bodoslama çarptığı yerde ayrıldık. bir süre arkasından baktım, elbette fatma benim ona baktığımdan haberdar değildi. gözden kaybolunca yürüdüm. telefonuma baktım. hala daha aramamıştı annem beni. hayretler içinde "acaba başına bir şey mi geldi de arayamadı beni?" diye düşündüm. ben arayacaktım az kalsın onu ama hemen sol omzumdaki şeytan "ona bir şey olmaz" dedi. metroya yürüdüm. nedense metro bende acele etme hissi uyandırıyor. hiç acelem olmasa bile o yürüyen merdivende, o yürüyen yerde sabit duramıyorum. gitmem gereken yere halihazırda 3 saat gecikmişim gibi seri adımlar atıyorum. terin suyun içinde kalıyorum, çılgın atıyorum. biri beni durdursun! yine öyle panikle, heyecanla attığım adımlarla 10 kırkbeş gibi leventteydim. 11 gibi de evde. zile basmaya çekindim tabii. anahtarlarımı ilk kez unutmadığıma sevinerek açtım kapıları. önce apartmanın sonra bizim kapıyı açacaktım ki birden ruhsal bir çöküntü peydah oldu içimde. gri bir buluttu da sanki tepemde birden yağmaya başladı. ben galiba yaşlandım dedim içimden. bu o demek. annem artık 11'de dahi aramıyorsa beni, ki 9'dan sonra düzenli aralıklarla arar benim annem, bu o demek. yaşlandım demek. korktuğum başıma geldi demek. bu sokakta, bu evde, bu güvenlik görevlilerine yemek verirken yaşlandım ben. bu düş kırıklığıyla açtım kapıyı. kız kardeşim yan yan baktı salondan. "annem yok mu?" dedim, "içerde. uyuyor." dedi. tarif edilmez bir heyecan duydum. kız kardeşimi gittim öptüm, ki hiç hazzetmez böyle şabanlıklardan. olsun, yine de öptüm. "yan masada yılmaz morgül vardı, keşke sen de gelseydin, seversin sen o adamı" dedim gülerek, hiç gülmedi tahmin ettiğim gibi. ben de her zamanki gibi, saatler önce gelmiş izlenimi vermek için pijamamı giyip annemi uyandırdım. uyanmadı. ancak sahurda beni şöyle uyandırdı "sen kaçta geldin dün bakim?" ben de uykulu ama yine de yalan atmayı becerebilen bir kıvraklıkla "9 gibi anne" dedim. her neyse.
.
böyle işte. yeri geldiğinde "küçük değilim, bırakın beni" edalarıyla evde terör estiren ben, bazen de böyle küçük bir kız çocuğu gibi davranılsın istiyorum bana. böyle de mızıkçıyım. ama bunun bana yakışmadığını kim söyledi, hmm?
.
(ertesi gün editi: kadir beyin göbeğini nasıl büyüttüğü aydınlandı efendim.. bu resimlerden birinde. önce bulan kazanır! )

Çarşamba, Ekim 19, 2005

kanatlarım benimdir; benim kalacak

dün pantalonumun arka cebinde bir kağıt buldum. tanımadığım bir elin yazısı "iyi ki kanatların var senin" diyordu. nasıl olduğunu anlayamadım. insanın arka cebine bir kağıdın habersiz girmesi pek olanaklı görünmedi gözüme. sonra acaba bu kotu başkası giymiş olabilir mi diye düşündüm; bu da mümkün olmayacağı için -evde kimseyle aynı beden değilim de ondan; yoo hayır çemkirmiyorum- şaşkın şaşkın kağıda baktım. iyi ki kanatların var senin. evet var benim kanatlarım da; bunu kim neden yazdı bana? yoksa uyudum mu ben bilmediğim bir yer ve zamanda.. uzaya maymun bile gönderememiş memleketimde ben nereye ışınlandım ve ne şekilde kanatlarımı gören birine bu satırları yazdırdım..? Allah'ım bu bir sır kapısı mı? öyleyse şayet, ben kelebeklere hep iyi davrandım.. hep sevdim. hatta tırtıl gördüğümde korkup kaçmadım, tombul tombul ilerleyişlerine baktım, "ne de güzel kelebek olursun sen" diyerek sevdim onları.. ama anlayamadığım bu söz nasıl bir ruhu temsil ediyor.. "aman iyi ki kanatların var, bir halt olduğundan değil yani.." gibi mi; yoksa "iyi ki kanatların var senin, keşke yalnız bunun için sevseydim seni" gibi mi? bu bir cemal süreya şiiri olmaktan ne kadar uzak oysa.. ama ben hala anlayamadım ve bu durumu aydınlatamadım.
.
neyse.. bu kanat-severi bulursam şayet yargı yoluyla hakkımı arayacağım, hiç şüpheniz olmasın. bunun dışında enterasan başka bir olay yaşanmadı tarafımdan.. filmi* sonuna dek izledim nihayet. beğenmediğim gibi uykumu da kaçırdı bu kez. sonra da, uyuyunca yani, saçma sapan rüyalar gördüm. sarhoştum ve yanımda fatma vardı. onun kardeşi ve arkadaşları da. ben niye sarhoştum bilemedim, çilekli turta yiyorduk oysa. sonra bu ayık olmayan kafamla istiklal caddesinde yürüyordum yanımda saz arkadaşlarımla.. eskiden arkadaşım olan birini, kendi adını verdiği barında görüyorduk.. ben alaylı alaylı konuşuyordum. "ali'nin yeri" miydi neydi barın ismi? gerisini hatırlamıyorum, ya da uyandım belki. ramazan ramazan bu rüyayı peydah eden bilinç altıma söylenerek kalktım. hava soğudukça evin içi ısınıyor ya, işte bu duruma bir türlü adapte olamıyorum. bu sabah da öyle oldu. camı açıp biraz daha uzandım; çok sürmedi tabii, annem yetişti olay yeri olan odama. yine bir uyuyor numarası ile bu sabah eziyetinden kurtulurum sandım; işe yaramadı. böyle manevralar sökmez oldu anneme. kalktım, yüzümü yıkadım. annem "akşama baban yine yok, davetliymiş, pizze yesek olur mu?" dedi. "oluuur" dedim. ne kadar makul biriyim Allah'ım. böyle makul başlayan günüm makul makul devam etti.
.
günlerden çarşamba sevgili günlük. haftanın bu en orta gününde sıkılmaktan sıkıldım. ve peşimde, kim olduğunu bilmediğim bir kanat düşkünü var.. üzgün ve endişeliyim..
.
şimdilik bu kadar.

Salı, Ekim 18, 2005

paths that cross will cross again

blogseverler günaydın!* sabahın bu erken saatlerinde, evimin halkı mışıl mışıl uyurken, fonda da tüm nezaketiyle paths that cross** çalarken yazıyorum bunları. günler birbirinin aynı geçiyor sanıyordum ama meğer aynı olan benmişim. ve pek tabii ortodondistim.. dün yine bir uğradım kendisine, zira 3 gün görmesem özlüyorum. dün de kardeşimle aslen onun için, eşantiyondan da benim için gittik ünay bey'e. bekleme odalarından oldum olası hazzetmeyen ben, bekleme odasında, en büyük hobisi dalmak olan dişçimin "sualtında yaşam" isimli dergi arşivine bakmamak gibi bir insiyatif kullanıyordum. annemse caddenin karşısındaki aykut hamzagil'de, ki kervan gibi bir çeyizci türevidir kendisi, vakit öldürüyor, kardeşimse biricik'in ellerinde hayat mücadelesi veriyordu. ve evet biricik'e hala nefretle bakıyordum. tabii o bu nefretten habersizdi sanırım. ünay bey bana seslendi; "yine nen var?" gibisinden.. ben de sorunlu ama sorunlarını sevimli gösteren biri gibi "şey; bu sağ taraf yanağıma değiyor içten.." bu şekilde bekleme odasındaki dergi yığınından sıyrıldım. sonra annemi yine eve bir dolu lüzumsuz yatak örtüsü, yastık, minder ve ne olduğu anlaşılmaz şeyler alırken bulduk aykut hamzagil'de. bilenler vardır belki, "binnaz" isminde bir kedisi vardır buranın. yarım deil tam dünyadır. ama öyle güzel öyle sevecendir ki.. o kocaman yatakların üstüne çıkar, yatağı kaplar zaten.. minyatür bir kaplandır kendisi. ve de tepeden tırnağa nazdır, nazlıdır. sevdikçe sevesiniz gelir. annem yatak örtülerini aladursun ben binnaz'a ilan-ı aşk gibi, sevdim seni, sen beni sevmesen de olur gibi duygularla yanaşmaya çalışıyordum.. yanaştım da nitekim ama tam da havaya girmişken reklamlar başladı. her neyse.. sonrası biraz hızlı çekim ilerledi günün. küçük kardeş kapıda kaldığı için görevli telefon açtı, "elinizi çabuk tutun trip atmasına ramak kaldı ufaklığın" anlamına gelen bir takım cümleler kurdu.. geldik ki, trip ne ki poz ne ki.. 5 karış suratla beş karış boy. sakinleşmesi vakitler aldı.

gece de film izleyecektik sözde.*** aslında izledik de, ama ben her zamanki gibi "the end" yazısını görmeye muvaffak olamadım. sızmışım uzandığım yerde. sağolsunlar uyandırmadıkları gibi üstümü de örtmemişler. ama inkâr ediyorlar: "kalkmadın, çok uğraştık.." işte böyle efendim, ben; yani lu-uykusunu yine darmaduman etmeyi başarmış-la saat 4'ten beri evin içinde uygun adımlarla dolaşmaktayım. aslında anlatacak başka şeyler vardı nitekim ben otomatik olarak sızlanan biri olduğum için sızlana sızlana yazdım. başka şeylerden kastım; -paragraf başı olur; deil mi?-

misal geçen gün elif'le iftara gittik, güzelce hisar'a. yolda da elif devamlı atölyeden bir ressam arkadaşımız olan N. hanım'dan bahsetti. benim bilmediğim hikayesini anlattı N.'nin. ben de kâh şaşırarak kâh anlam veremeyek dinliyordum ki yol bitti, manzaranın insanı doyurmaya yeteceği bir masaya yönelmiştik ki ben elif'e, tamamen kafadan atmak suretiyle "aa, bak N. hanım!" dedim. böyle de anlamsız işler çevirdiğim olur bazen. o da attığımı anlamış, önemsememişti ki, mesafe azaldıkça onun N. olduğu tezinin doğruluğu arttı. iyice yaklaştığımızda da ta kendisiydi N.'nin. yanında bir bey vardı ki ben eşi sanmıştım.. değilmiş. neyse. özel hayata müdahale yok. bir tek kendi özelime müdahale edebilirim biliyorum. onu da burda ifşâ etmekten yorulduğumda yerime başkası yapsın, evet mesela bu blogu ilk okuyan.. anlaştık mı?
.
* : bir açık radyo dj'ine selam niteliğinde.
** : patti smith'in güzide parçası. oğluna yazmıştır. drem of life'da yer alır.
*** : kingdom of heaven. filmin adı yani.. en son orlando bloom delici bir emrah bakışı fırlatıyordu. sonrasını hatırlamıyorum; içim geçmiş.. ()

Perşembe, Ekim 13, 2005

benim hiç melek balığım olmadı

20:54. pullu eteğim, pembe bluzüm ve tüm bunlar hasar almasın diye üzerlerine geçirdiğim mutfak önlüğümle oturuyorum şimdi. aslında mutfağı topluyordum, ablam telefon açtı. "mail attım, okudun mu?" dedi. ben de zaten kaytaracak yer arıyordum, isabet oldu. çayımı aldım geldim. mailini okudum ablamın, içim hafiften cız etti. mutfağa dönmedim işte. üzerinde kocaman bir balık -sanırım lüfer- olan beyaz önlüğümle simsiyah bir klavyeyi tuşlamaya başladım. hiç bir işlevi yok benim yazdıklarımın demiştim bir kez. yine diyorum. dediklerimin hep arkasındayım. ve ekliyorum, işlev denilen şey karın ağrısından başka bir şey değildir. işlevsel olan her şey bir süre sonra işlevimizi yitirmemizi sağlar. daha bulaşık yıkamaz, daha çay demlemez, daha plak biriktirmez oluyorsak hep işlevsel icatlardan ötürü. neyse, canım sıkkın benim. yoksa kızgın değilim almanlara; bulaşık makinesini, şarjlı diş fırçasını ve daha bir ton zaman sağlayıcıyı icat ettiler diye.. ben sadece zamana hakim olma sevdasına akıl sır erdiremiyorum. her şeyin efendisi mi olmamız gerekiyor yani? ben yine ne dediğimi bilmiyorum galiba. geçen gün özden bana yazılarımın çok depresif olduğunu söyledi. "öyle mi?" dedim; halbuki antidepresan alıp yazıyorum.. -yine- neyse..
önlüğümün üzerindeki balığın duruşu çok estetik. öyle 3. sınıf balıkçı lokantalarının ışıklı tabelalarını andırır cinsten değil. kendine has bir duruşu var. yüzüyormuş da soluklanmak için durmuş gibi. ya da bana öyle geliyor; pekala 5. sınıf bir çizim belki de.. benim en sevdiğim balık melek balığıdır. biliyorum daha önce bahsetmemiştim. çok seviyorum işte. bakarken kendimi kaybediyorum. kusursuz bir zarafet var melek balıklarında.
işte görüyorsunuz siz de şimdi.. bir hikayede adam kadına melek balığı gibi kaybolalım diyordu. hangi hikayeydi hatırlamıyorum. tek hatırladığım benim balık bakamadığım. ne zaman yeltensem, canlılarından çok ölülerine baktım. yine de benim hiç melek balığım olmadı. ne kadar trajik yazıyorum ben: "benim hiç melek balığım olmadı.."


21:21. hala melek balığım yok ve okkervil river'in black sheep boy'u her dinleyişte biraz daha can yakıyor.

21:26. handan blogunda demiş ki "en çok ramazan'da özlüyorum evimi".. burdan ona ramazan hasretini gidermesi için bir kaç hatırlatma yapmaya çalışacağım.

1. bu ramazan'da da en çok zekeriya beyaz eğlendiriyor.
2. en güzel pideyi pan pan yapıyor. -ama hayır oraya başvurmadım-
3. sahurda yemek yemek kabus yapıyor; kabuslar rüyaların aksine hatırlanıyor işin garibi.
4. açken daha çok üşüyor insan. iftarda da sıcak basıyor. orda da öyledir belki ama sanki orada hep ama hep soğuk var; yanılıyor muyum?
5. 4'ten sonra 5 geliyor.
5. melek balıkları karın doyurmaz, ruhu doyurabilirler ama belki..

21:34. hepsi bu.


Pazartesi, Ekim 10, 2005

migren

havalimanında bir ses yankılansın: "248 sefer sayılı lula bir türlü yeterli enerjiyi kendinde bulamamamakta, bir türlü konsantre olamamakta, odasını bile toplayamamakta, kafası bulunduğu yerde bir türlü bulunamamakta ... ". sahte sarışın bir yer hostesi seni alsın, cam kenarında bir koltuğa oturtsun. -mümkünse yanın boş kalsın- önündeki ekranda yeşil dağlar üzerinde süzülen uçak kırmızı kırmızı, şerit şerit, ilerlesin.. sen bilme nereye gideceğini. bütün yollar aynı yere çıksın. sana hatırlatmak için yaşadıklarımızı, az biraz alıntılayayim ben de..

dedim ama aklım durdu.. mutfağımızdaki saat gibi geri geri işliyor. evet mutfak saatimizi dün, normalin tersinde ama aynı hız ve kararlılıkla ilerlerken bulduk. misal, gerçek saat 8 olsun, bizim mersinli de 11. gerçek saat 8buçuk olduğunda diğer kobay olan 10 buçuk'u gösteriyor. işte ona gülerken ona benzedim. hep geri, hep geri işliyor, işlemeye işlemeye yosun tutmuş aklım. yeterli önlemleri almadığım için, yeterli önlem dediğin nedir, ne zaman alınır da bilmediğim için açıkçası böyle oldu. önümde yığın yığın selpakla -başka kağıt mendile selpak demem ben- bilgisaray ekranı karşısında, neye olduğunu bilmediğim bir kırgınlıkla oturuyorum.
bitaneme bitanecik şeyler yazasım vardı. ama yine çuvalladım. çuvallamadığım tek alan neydi onu düşündüm. bulamadım. biri bana "sen kendine çok kötü davranıyorsun" dedi. başka biri başka yer ve mekanda, "kendine saygısızlık bu dediğin" dedi. bunlar söylendiklerinde değil ama şimdi nezle ve burnumu silecek kadar çok selpağım yokken çok dokunmaya başladı bana. öyle ki sarılasım var birine. uzun uzun yaslayasım var başımı omzuna. i'll read a story if it helps you sleep at night. i've got some matches if you ever need a light. oh i am just a man but i am doing what i can to help you. diyor jarvis. bana densin istediğim şeyleri başkasına derken duyduğumda hissettiğim, kontol edemediğim "iyi ama ben de vergilerimi veriyorum, düzenli spor yapıyorum, bende eksik olan ne?" sorusunu yine hissettim. yine kontrol edemedim. için için kızdım kendime. için için içlendim. herkes benle kafa buluyor da; bir ben kafamı bulamıyorum sanki.. sanki ben dün sabah uyudum, hala uyanmadım. bir tuşa bakıyor ya her şey. seçiyorsun hepsini, sonra "o" tuşa basıyosun siliniyor.. öyle bir tuş istiyorum hayatıma. aynı sokakta yaşlanmamak, aynı hırkanın içinde üşümemek, aynı boşluğu hissetmemek gibi bir ayrıcalık talep ediyorum. öyle ki, geceleri uykusuz kalışım, gündüzleri de uykuyu düşlemekle geçen zamanlarım, hatta uykunun hiç olmadığı zamanlarda bile düşünecek manasız şeyler buluşum silinsin benden.. bambaşka bir formatta olayım. msn'in dümbelek smileysi gibi ağzım kelimenin tam anlamıyla kulaklarıma varsın. sabah akşam, bakkalda markette, takside metroda.. her yerde her zaman gülümseyim. kahkaha atmasam da olur. ben yalnızken kendi yalnızlığımla başetmeyi diliyorum, hepsi bu.

üzgünüm canım. sana yazmaya yeltendim ama beceremedim. sen biliyorsun benim gel gitlerimi. herkesinkinden çok, herkesinkinden acuze yalnızlığımı.


.

Cuma, Ekim 07, 2005

'lula'nın kulakları eşek kulakları' ya da 'ben ne dediğimi biliyor muyum sanki?'

beş buçukta yatmışız; öyle dedi esra az evvel telefonda birine. evet uyumamış sayılırız esra. esra'nın sesinde bir yorgunluk, bir bitkinlik, bir ''bu kız ne zaman gelse ben uyuyamıyorumluk'', bir ''lula daha iyi bir film getiremedin mi izlemek için?''lik... ve devamlı yanıma gelip ''ne yapıyorsun; ne yazıyorsun?'' demeler.. esracım yazıyorum işte bir şeyler.. dur yaptığın küpelerin resmini koyacağım şimdi buraya. diğer güzel olanı; ki öyle böyle değil, basmıyorum buraya.. ışıl ışıl, kelebek kelebek.. ama şikayetçiyim. karnımı öyle şişirdin ki esra, parmak ucumu göremeyeceğim sanırım. hem misafir odasına çalışmayan saat asmak kimin fikri esra; hmm? gözümü bir açtım 4 ! "iftara eve yetişemeyeceğim sanırım" dedim içimden. sonra ta mutfağa indim -başka nerde saat var bilmediğimden- bir de baktım ki 12'ye birazcık yaklaşmış. sakinleştim. tekrar yattım. annem aradı; yetişemedim. mesajı geldi sonra: "beni çabuk ara!" çok kısa mesaj yazar; onu da mecbursa.. ama noktalama işaretlerini unutmaz benim canım annem. aradım; "beni aramışsın n'olmuştu?" dedim gülümseyerek. pek de gülümsemeyerek cevap verdi: "seni arıyorum evet; nerdesin? kaç kere aradım; duymadın mı?".. buna benzer bir kaç şey daha söyledi ama önemli değil. ufak bir ara, esra'ya kıyafet beğeniyoruz.. beğendik efendim. ben her zaman bir kıyafete çantasından başlarım. yine öyle yaptım. ''esracım şu yeşilli çantana göre bir şeyler giy bence.''. söz dinliyor bu kız.. bu arada ben burada çanta ve pabuç beğenirken esra'ya, ortopondistim (!) beni bekliyor.. her neyse.. burdan daha fazla devam edemeyeceğim.

akşam geç saatler, ev.. fonda sırayla; hefner, hefner, yine hefner..

geldim ve baktım. yazacak yeni bir şeyim yokmuş. ama belki esra'ya gidişimi anlatabilirim ya da sabaha kadar ne yaptığımızı. ama bu hikaye de anlatırken sıkıcı ve uzun. belki sadece taksi şoförünü anlatabilirim. bu hikaye de çok yılışık. belki ben şimdi sussam daha iyi. iyi ramazanlar diliyor; sıradaki parçayı konuşmaya meraklı taksi şoförlerine ve yaşıt oldukları için sevindikleri restaurantlara armağan ediyorum... hefner'den a better friend sizin için geliyor. rastlantıymış gibi yapalım..

.
"no matter how you brush your teeth, i can still smell the nicotine. "
.

Pazar, Ekim 02, 2005

amin

herkesin annesi böyle değildir sanıyorum. benimkinin en büyük hobilerinden biri güvenlik görevlilerini beslemek. bu işi de genelde bana yaptırır. güvenlik görevlisi, bekçi, bahçıvan.. ben de iyilikten ve incelikten yanayım elbette ama bu işi her gün; hatta gece de yapmamız şart mı? yine böyle bir şey oldu. "lulacım; -elbette burada adımı telaffuz ediyor ama ismimi bir sır gibi sakladığım için söyleyemiyorum size- görevlilere meyve götürür müsün hazırlasam?" "götüremem anne; canım sıkkın, meyveyi bana hazırlasan olmaz mı?" "hadi hadi, üstüne birşey giy gel."."akşam akşam adamları rahatsız etmenin ne alemi var anne ya? hem canları meyve istemiyodur belki.." "çay mı hazırlayayım?"... gördüğünüz üzere pes etmez annem. illa ki yedirecek, ısrarkeş. "peki peki" dedim. benimse pes etmek doğamda var. gittim. "bunu annem yolladı" dedim. "bir maniniz yoksa yiyiverin" de diyecektim vazgeçtim. teşekkür edip, geçen gece getirdiğim tabağı iade ettiler. aldım tabağı; turgut uyar'ın şimdi hatırlamadığım isimdeki şiirindeki gibi yürüdüm. eve geldim. ıhlamurum soğumuş izlediğim şey her neydi ise bitmişti. ama vazife kutsaldı. o yüzden canımı sıkmadım. izlediğim şeyin ne olduğunu hatırlayıp bittiğine sevindim zira canımı sıkmada yardımcı roldeydi. umutsuz ev kadınları mıydı neydi? rastladığım kısmında içlerinde en güzel olan kızıl kadın, eteğini giymeyi unutmuş olan sarışına "ben kocamı aldatmıyorum, böyle bir şey düşünmeyesin" uyarısında bulunuyordu. "sadece onunla hayallerimi ve en özel düşüncelerimi paylaşıyorum" diyordu. sarışın olan da kendinden beklenmeyecek bir zeka parıltısıyla; "bu da aldatmak sayılmaz mı?" gibi bir şey diyordu. kızıl da aynen benim gibi şaşırmış ve hak vermiş şekilde ayrılıyordu yanından kadının. evet sanırım canımı sıkan umutsuz dedikleri ev hanımlarının umuttan ne anladığı ya da anlamdığıydı. hele kocasının iş arkadaşını tehdit olarak görene ne demeliydi? işte o hakkaten umutsuzdu. ağladı ağlayacak, uzun uzun sevilmek isteyen ama kocasını baştan çıkarması neredeyse imkansız hale gelmiş, kocasının ona ilgisi ise karneye bağlanmış olan.. ona biraz acıdım, yalan yok. o da bana acırdı görseydi. elimde koca bir fincan ıhlamur, hırkama gömülmüş, eşofmanımı çorabımın içine sokmuş.. üşümek bende ruhsal bir çöküntüden meydana geliyor. yazın da tir tir titremiş biri olduğumdan, bu böyle. her neyse. umutsuzdum sanki ve hatta kızıl bile değildim, daha bile umutusuzdum bu sebeple. hiç de kızıl olamayacaktım. avrupa birliğine girsek bile benim yüzümde çiller olmayacaktı. hangi kızıla boyasam saçlarımı çilsiz ve sahte olacaktım. böyle düşüncelerle camdan baktım, "yiyorlar mı acaba götürdüğüm meyveleri?" diye düşünerek.. ve adamın, görevlilerden birinin kekeme olduğunu hatırladım. ilgisizliğim bu ayrıntıyı ancak şimdi hatırlamama olanak verdiği için, teşekkür ederken kekelediğini, biraz buruk, biraz da ben kendim daha burkulmuş biriyim düşüncesiyle hatırladım. onun adına sevindim. güç ve kuvvet ve uyanıklık diledim onun için Allah'tan.

amin.



Perşembe, Eylül 29, 2005

biyopsi

hep beraber oturmuş, uzanmış, bağdaş kurmuş toy storyyi izliyoduk ki; ailemi mercek altına almak geçti aklımdan. sonra hemen vazgeçtim. bir tek babamı almaya karar verdim. onu da nasıl yapacağım meçhul. kendisine ilişkin ayrıntıları sıralayabilirim belki:

1. kahve sevmez, ne zaman "türk kahvesi ister misin baba?" desem yüzünü buruşturarak "sen bilirsin, yap istersen" der. hiç acımam, yaparım.

2. beklemeye tahammülü olmadığı için hep bekletir. bunca yıldan sonra hala daha bu duruma alışamamamız, tamamıyla bizim hatamız.

3. ne zaman sigarayı bırakma mevzusu olsa "bırakacak kadar çok içmiyorum" der ve konusu açılmışken mutfağa gider bir tane yakar. -bizim evde sadece mutfakta sigara içilir, sadece babam içer.-

4. türk sanat musikisine düşkün olmasına rağmen Saint Etienne'in former lover'ını dinler, sever.

5. yurtdışında italyan olduğu sanılır. yaşlandıkça çekiciliği artıyor sanırım. ve kendisi alyans takmaz ama düşünülenin aksine annem bunu problem etmez. ikna kabiliyeti dudak uçuklatır.

6. yardımseverdir, mübalağa sevmez (!). ben sanırım 15 yaşımdan büyük 17'imden küçüktüm. babam o sıra tenise merak salmıştı. -alyanssızdı o zamanlarda da- hocasının da 20 küsur yaşlarında anadolu'dan gelmiş, ders vererek geçinen bir genç çocuk olduğundan bahsediyordu. bir gün beni de derse götürdü. ben kendimi hazırlamıştım tabii, yağız bir delikanlı bekliyorum babamın verdiği tarife göre. adını şu an hatırlayamadığım bu orta boylu, bakımlı bronz genç, büyük bir amerikan arabasından inerek yanımıza geldiğinde ben, evet, mavi ekran vermiştim.

7. bazı sabahlar takımının içine kravat beğenemezken benden yardım ister. ben de hep kendi hediyemi tavsiye ederim. en güzel o olduğu için değil, en çok hep o yakışır.

8. güveç konusunda bir numaradır. ben yemem o ayrı.

9. şimdilik bu kadar.

ilkokul 3. sınıf ödevi gibi tınlayan bu yazımdan çıkarılması gereken derslerden biri babamı çok sevdiğimidir, diğeriyse size ev ödevidir. isim ve numara sağ üst köşeye yazılacak unutmayın.

Çarşamba, Eylül 28, 2005

the sanest days are mad

dış mekan: hamdi'nin ya da başka bir yerin terası. alabildiğine boğaz. sabahın erken saatleri. güneş denize batmış. bilmediğim, tanımadığım birine ismiyle sesleniyorum. o da bilmediğim ismiyle geliyor yanıma. oturuyor. onun nereye baktığını bilmiyorum, ben denize bakarak şimdi hatırlamadığım şeyler konuşuyorum. o da konuşuyor mu bilmiyorum.

PERDE.

uyandım sonra. her zamanki gibi programlayamadım kendimi, oysa izlanda'da olmalıydım rüyamda. öyle istiyordum. bu hayal kırıklığıyla biraz daha mızmızlanacaktım yatakta ki, üzerinde kocaman puntolarla MY DAD IS STRONGER THAN YOUR DAD. yazan blog meşhuru yeğenim belirdi. yine mıncıklamaya başladı yüzümü. ne anlıyor anlamıyorum bu işten. eviriyor çeviriyor burnumu, sonra parmaklarını gözlerimi oymak suretiyle kirpiklerimde gezdiriyor. ben de onu hep yaptığım gibi yanıma uzandırıyorum. uzun uzun gıdıklıyorum. kahkahalara boğuluyor. öldürme çocuğu. öldürür müyüm? biraz daha gıdıklıyorum. sinirlenip gidiyor. çocuklar da kediler gibi sanırım. başınabuyruk bir sevgileri var. deli gibi sevmek istiyorsunuz, hevesiniz hep kursağınızda kalıyor. alıp başını gidiyor. başınızın çaresine bakamayan siz de, onun mıncıkladığı yüzünüzde bir yarım kalmışlıkla, içten içe "kırılıyorum ama niye?" hissiyle, "iyi de ben yine de seviyorum seni, yine de çok, istediğin kadar al o başını, istediğin kadar kaybol, istediğin kadar sobeleyim seni.. ben hep buralarda şımartamaya hazırım seni. ne zaman dilersen.." düşüncesiyle yürüyen bir konuşma balonu olarak dolanırsınız. onun yine ruhu duymaz; içinde karlar yağan cam küreler araklar odanızdan. -bunu kediler yapamaz- her neyse. çocuklar da çok sevilen her şey gibi kendilerinden parça parça tattırıp, tadlarını damağınızda bırakırlar. her neyse, ben ona bu sabah tüm mahmurluğumla şarkı söyledim:
the sanest days are mad
why don't you find out for yourself ?
then you'll see the price
very closely
bunun dışında bir çocuk olarak küçük kardeşimin dün doğum günüydü. maytaplarını yakarken elimizi, mumları söndürürken de yine elimizi yakmayı başardık. ben ve kız kardeşim. önemli sayılmaz. ben zaten elime hasar vermekte rakipsizimdir. örneğin dün çorba döktüm. -bir insan eline çorbayı nasıl dökerse öyle- sonra da maytap.. ilk fırsatta da, misal salata yaparken, keserim bıçakla. sakarlıkla ilgili değil. birinin dediği gibi "senin bu ellerinde ne var?" inanın ben
de bilmiyorum. benim bu ellerimde ne var..?
her neyse. uyandı yeğenim yine. yanıma getirdim. şimdi benim, anlam veremediği ve takip edemediği hızla tuşladığım klavyeye bakıyor. sen de yaz canım.. "jkrklllmdf juın laxdalm lmömbjoğişçisüswe"
çok hoşuna gitti. ama şimdi bana uffluyor.. izi,3n3 v56e5rm5iyo8ru8m 758diye