Perşembe, Eylül 29, 2005

biyopsi

hep beraber oturmuş, uzanmış, bağdaş kurmuş toy storyyi izliyoduk ki; ailemi mercek altına almak geçti aklımdan. sonra hemen vazgeçtim. bir tek babamı almaya karar verdim. onu da nasıl yapacağım meçhul. kendisine ilişkin ayrıntıları sıralayabilirim belki:

1. kahve sevmez, ne zaman "türk kahvesi ister misin baba?" desem yüzünü buruşturarak "sen bilirsin, yap istersen" der. hiç acımam, yaparım.

2. beklemeye tahammülü olmadığı için hep bekletir. bunca yıldan sonra hala daha bu duruma alışamamamız, tamamıyla bizim hatamız.

3. ne zaman sigarayı bırakma mevzusu olsa "bırakacak kadar çok içmiyorum" der ve konusu açılmışken mutfağa gider bir tane yakar. -bizim evde sadece mutfakta sigara içilir, sadece babam içer.-

4. türk sanat musikisine düşkün olmasına rağmen Saint Etienne'in former lover'ını dinler, sever.

5. yurtdışında italyan olduğu sanılır. yaşlandıkça çekiciliği artıyor sanırım. ve kendisi alyans takmaz ama düşünülenin aksine annem bunu problem etmez. ikna kabiliyeti dudak uçuklatır.

6. yardımseverdir, mübalağa sevmez (!). ben sanırım 15 yaşımdan büyük 17'imden küçüktüm. babam o sıra tenise merak salmıştı. -alyanssızdı o zamanlarda da- hocasının da 20 küsur yaşlarında anadolu'dan gelmiş, ders vererek geçinen bir genç çocuk olduğundan bahsediyordu. bir gün beni de derse götürdü. ben kendimi hazırlamıştım tabii, yağız bir delikanlı bekliyorum babamın verdiği tarife göre. adını şu an hatırlayamadığım bu orta boylu, bakımlı bronz genç, büyük bir amerikan arabasından inerek yanımıza geldiğinde ben, evet, mavi ekran vermiştim.

7. bazı sabahlar takımının içine kravat beğenemezken benden yardım ister. ben de hep kendi hediyemi tavsiye ederim. en güzel o olduğu için değil, en çok hep o yakışır.

8. güveç konusunda bir numaradır. ben yemem o ayrı.

9. şimdilik bu kadar.

ilkokul 3. sınıf ödevi gibi tınlayan bu yazımdan çıkarılması gereken derslerden biri babamı çok sevdiğimidir, diğeriyse size ev ödevidir. isim ve numara sağ üst köşeye yazılacak unutmayın.

Çarşamba, Eylül 28, 2005

the sanest days are mad

dış mekan: hamdi'nin ya da başka bir yerin terası. alabildiğine boğaz. sabahın erken saatleri. güneş denize batmış. bilmediğim, tanımadığım birine ismiyle sesleniyorum. o da bilmediğim ismiyle geliyor yanıma. oturuyor. onun nereye baktığını bilmiyorum, ben denize bakarak şimdi hatırlamadığım şeyler konuşuyorum. o da konuşuyor mu bilmiyorum.

PERDE.

uyandım sonra. her zamanki gibi programlayamadım kendimi, oysa izlanda'da olmalıydım rüyamda. öyle istiyordum. bu hayal kırıklığıyla biraz daha mızmızlanacaktım yatakta ki, üzerinde kocaman puntolarla MY DAD IS STRONGER THAN YOUR DAD. yazan blog meşhuru yeğenim belirdi. yine mıncıklamaya başladı yüzümü. ne anlıyor anlamıyorum bu işten. eviriyor çeviriyor burnumu, sonra parmaklarını gözlerimi oymak suretiyle kirpiklerimde gezdiriyor. ben de onu hep yaptığım gibi yanıma uzandırıyorum. uzun uzun gıdıklıyorum. kahkahalara boğuluyor. öldürme çocuğu. öldürür müyüm? biraz daha gıdıklıyorum. sinirlenip gidiyor. çocuklar da kediler gibi sanırım. başınabuyruk bir sevgileri var. deli gibi sevmek istiyorsunuz, hevesiniz hep kursağınızda kalıyor. alıp başını gidiyor. başınızın çaresine bakamayan siz de, onun mıncıkladığı yüzünüzde bir yarım kalmışlıkla, içten içe "kırılıyorum ama niye?" hissiyle, "iyi de ben yine de seviyorum seni, yine de çok, istediğin kadar al o başını, istediğin kadar kaybol, istediğin kadar sobeleyim seni.. ben hep buralarda şımartamaya hazırım seni. ne zaman dilersen.." düşüncesiyle yürüyen bir konuşma balonu olarak dolanırsınız. onun yine ruhu duymaz; içinde karlar yağan cam küreler araklar odanızdan. -bunu kediler yapamaz- her neyse. çocuklar da çok sevilen her şey gibi kendilerinden parça parça tattırıp, tadlarını damağınızda bırakırlar. her neyse, ben ona bu sabah tüm mahmurluğumla şarkı söyledim:
the sanest days are mad
why don't you find out for yourself ?
then you'll see the price
very closely
bunun dışında bir çocuk olarak küçük kardeşimin dün doğum günüydü. maytaplarını yakarken elimizi, mumları söndürürken de yine elimizi yakmayı başardık. ben ve kız kardeşim. önemli sayılmaz. ben zaten elime hasar vermekte rakipsizimdir. örneğin dün çorba döktüm. -bir insan eline çorbayı nasıl dökerse öyle- sonra da maytap.. ilk fırsatta da, misal salata yaparken, keserim bıçakla. sakarlıkla ilgili değil. birinin dediği gibi "senin bu ellerinde ne var?" inanın ben
de bilmiyorum. benim bu ellerimde ne var..?
her neyse. uyandı yeğenim yine. yanıma getirdim. şimdi benim, anlam veremediği ve takip edemediği hızla tuşladığım klavyeye bakıyor. sen de yaz canım.. "jkrklllmdf juın laxdalm lmömbjoğişçisüswe"
çok hoşuna gitti. ama şimdi bana uffluyor.. izi,3n3 v56e5rm5iyo8ru8m 758diye

Pazar, Eylül 25, 2005

souvent femme varie bien fou qui s y fie

günlerden pazar yine. fonda andrew bird çalıyor. (tavsiye edene teşekkür ediyorum; doğum günümü kurtardığına da.) dinlendikçe daha çok dinleniyor. bu sabah hayat biraz geç ve huysuz başladı. bir şeyin başıma geleceğini anlamak gibi bir huyum olmasına rağmen ona karşı önlem alamayan biriyim ben. ne alakası mı var? şöyle; kız kardeşim arkadaşına -üst komşumuz- gidecekti. çıkarken "bak makarna var ocakta, unutma al onu 5 dakka sonra" dedi. "tamam tamam." dedim. bir de ekledim "ben banyo yapıcam, anahtarını al, duymam yine kapıda kalırsın dünkü gibi." dün kaldı çünkü. ben banyodaydım. karnımdan geliyordu sanki sesi telefonun ve de kapının. sonra "acaba gerçekten de kapı mı çalıyo?" diye düşünüp kapıya gittiğimde de kulaklarından dumanlar çıkan kardeşimi ve en yakın arkadaşını buldum. arkadaşı oturuyordu, ondan sanırım, biraz sakindi. oysa kardeşim beni ilk fırsatta boğacaktı. imkan vermedim. hemen z. ye sarıldım. sağolsun bir şey demedi. her neyse işte bu kapıda kalma flashbackini yapmamın nedeni kardeşimi neden uyardığımı anlatmak istememdi. zira anlattığım kadarı biliniyor. uyardım ve pek tabii 5 dakka sonra ocaktan almam gereken makarnayı unutarak banyoya girdim. yine karnımdan sesler gelmeye başladı. telefonum da kapı da çalıyordu. uffladım. kızdım da. çıktım banyodan. söylene söylene gittim. baktım kardeşimin eli içerde. "kızım sen hasta mısın?" dedi. kapının, hani şu yukarda bir aparatı var ya; onu itince kapı açılmıyo, işte onu itmişim bir ara. elindeki anahtar bir işe yaramayan kardeşim beni cidden boğacakti ki mutfaktan gelen kokuya odaklandı. bir ton söylendi. "bir daha bana bir şey yapmamı söylemezsin sen de!" dedim. dersini aldı mı bilmem. souvent femme varie bien fou qui s y fie. telefon çaldı. fatma. "aşkitom harvard'a gidiyoruz, sen de gelsene." "oluuur" dedim. evde kalsam kardeş dırdırı çekeceğimden emindim. "çok iyi olur." deyip giyindim. hem başka bir şey daha oldu ama onu anlatmak istemiyorum. o canımı daha çok sıktı hem. neyse. böyle işte. üşüdüm oturduğumuz yerde. şal istedim. yine üşüdüm. "saçımı kurutmadım ondan mı?" dedim. evet anlamında onayladı fatma. kafam dağılıyor fatma, hep konuş hiç susma.. bu renk bana ne çok yakışıyormuş.. fatmaaaa; ayrılık mı yazıdan önce icat edilmiş; yazı mı ayrılıktan önce?

dünden bahsetsem ben? bugün hava kapalıydı. dün nasıldı bilmiyorum; özden'le kapalı mekandaydık. çıkınca da hava kararmıştı zaten. yeni döndü tatilden özden. karadeniz yaylalarında yeşilin seksen tonunu görmüş. o söylemedi ama ben anladım gözlerinden. yeşermişler. özden'in yanındayken sanki biri akrebe rüşvet veriyor. yelkovan sabit kalıyor ama akrep devamlı ilerliyor. yine öyle oldu. en son ben elmas bir yüzük deniyordum, özden de "yakıştı" diyordu. satıcı bir satıcı klişesi olarak "düşünürseniz bir indirimimiz olur" dedi. ben de benim klişemle cevapladım "düşündürtücem; siz merak etmeyin.". her neyse.. özden diyorum; bütün saatlerin akreplerinin arkalarını dönmeden kaçtığı arkadaşım; senin yanında benim çenem ne çok düşüyor. evet evet; başkasının yanında hanım hanımcık oturan ben, özden'in yanında 5 yaşında haşarı bir çocuk oluyorum; kimseyi umursamıyorum. ruj bakıyorduk. daha doğrusu ben bakıyor, dudağımı renkten renge sokuyor, satıcı çocuğun "bu da yakıştı, şu da.." sözlerini önemsemiyordum. ta ki o ruju bulana dek. satıcı ruju götürüyor ya kasaya -bunu da anlamıyorum, ben de pekala götürebilirim onu, niye beraber yoruluyoruz?- biz de peşindeyiz. geldik; kasa-cı sordu "ne vardı?", ben de elimi dudağıma götürerek "bu ruj vardı." utandırdım zavallıyı. işte diyorum ki benim suçum deil, hepsi akreplerin sevmediği özden'in suçu.
ve evvelki günler.. yeğenimin bakıcısı acilen eskişehir'e gittiği için ben yetiştim olay yerine. evet doğru duydunuz, hijyen manyağı ben, altını değiştirdim o yavrunun. yemek yaptım, kitap okudum ama daha çok anlayamadığım çokluktaki dergileri karıştırdım. yanlış anlamayın kadın dergisi değil; moda dergileri. zira ikisi arasında çok fark var. beynim döndü. "yan sayfa" diyor destan gibi yazıyor. küpe şurdan, bilmemne burdan. hayır bir de işin garibi fotoraflar o kadar sanatsal ki, bir çoğunda dedikleri aksesuarları göremiyoruz. mesela mankenin başını öyle bir almış ki; gözler var, gerisi arka plan. ama anlatıyor uzun uzun; bilezik şurdan, yüzük burdan..
neyse efendim, bu blogumu kurgusundan ötürü tüm memento severlere adıyorum ve ekliyorum;

yukarda: kırmızı anvelop üst mango; beyaz askılı t-shirt ulus pazarı; kot pantolon levi's, pazen kaftan 2. el, derviş (kapalı çarşı); yüzük river island; oje body shop (06 rose petal red); fuşya ruj max factor..

Pazartesi, Eylül 19, 2005

modern çağın çıkmazı: haftasonu

haftasonu insana verilmiş en büyük cezaların başında gelir. illâ ki ilginç bir şey yapmalı, pazartesi günü anlatmalıdır. okurken; -ilk-orta-lise- tamam da, ya okulları tükettikten sonra? hâlâ daha ilginç bir şeyler yapma zorunluluğumuz olması garip değil mi? "hafta sonu ne yaptın?" sorusu bütün diğer soruların üç adım önündedir hep. hiç nedensiz haftasonumuzu anlatılabilir kılmalıyızdır. kimsenin gitmediği bir film, bir konser, bir şiir dinletisi, bir bilmemne bulmalı, haftanın içini kemiren günlerde ballandıra ballandıra anlatmalıyızdır. yoksa biz ne de boş insanlarızdır, ne de boş yaşarız. kitap okumak zaten ezelden beri bahsi geçmemesi gereken bir haftasonu uğraşıdır, boş zamanlarda yapılmalıdır mümkünse.. hatta daha becerikli olanlarımız okumaz, yaşar.. zira hayat tecrübesi denen şey tam da budur. okuyanlarımız hiçbir zaman tadamazlar bu tecrübeyi. roman karakterlerine onların haberdar olmadıkları, hiç bir zaman da olamayacakları his ve düşüncelerle bağlanırlar. şüphesiz bu normal insanların içine düştükleri bir durum değildir. bu duruma ancak ve ancak haftasonlarında yeterince sıradışı aktivite yapamayanlar düşer. her neyse, sözün kısası makbuldür. diyecektim ki, ben bu haftasonu bol bol oturdum ve kitap okudum; karaktere aşık olamadan pazartesi oldu.

Cuma, Eylül 16, 2005

bu sefer başlıksız olsa?

aslında her şey bu kadar trajik değildi aziz okurum; ama bir şeyi abartmadan anlatmanın imkanı yoktur, sen bunu benden daha iyi bilirsin. gercekler can sıkıcı ve bayattır. doğum günüm elbette kutlandı, elbette çok sevdiğim ve tarafından sevildiğim insanlarca -bir kısmından doğum günü tebriğimi çalarak almış olsam da-. iki kez pasta kestim, üç kez mum üfledim ve sayısız kez sarıldım, sarılındım. sorun bu değil. sorun benim kodlarımmış, öyle diyor biri. ayarlarımın düzelebilmesi için kodlarımın gün ışığına çıkması şartmış. her neyse; konu bu değil. konu neydi unuttum. ablam londra'ya gitti. yine. konuş onunla'yı izlemek istedi canım şimdi.

her neyse. bu sabah erken kalktım. gece fazlaca sağa sola dönmekten sanırım, saçlarım ağzımda uyandım. hazırlandım. fatma'yla buluşacaktım, sultanahmet'te. caddede çok ciddi bir trafik vardı. taksiye bindim. "caddede trafik var sanırım", dedim -ne aptalca bir cümleydi-. "evet" dedi, "kaza olmuş, yan yoldan gidelim.". taksi şoförleriyle konuşmak gibi bir huyum yoktur genelde ama boş bulunmuştum. ve pek tabii sohbet etmeye can atan amcam ilk fırsatta köşeye kıstırdı beni. "sonbahar belli etmeye başladı kendini." "gelsin gelsin.." dedim, "niye gelsin?" dedi, "iyidir sonbahar" dedim. ne kadar boş konuşursam o kadar çabuk sonlanır sanıyordum sohbet, yanıldığımı anlamam epey vaktimi aldı. boş boş konuşarak ilerliyorduk. "bütün taksi şoförleri birbirine mi benziyor?" gibi hiçbir sosyal sorunu gün ışığına çıkarmayacak bir tez ile meşgulken aklım, geldik. ben epey geç kalmıştım. fatma acıkmış ve sıkılmıştı sanırım. ama birden bana seslenildiğini duydum ama fatma etrafta yoktu, sadece son hızla bir kestane zıplayarak üzerime geliyordu.. fatma çok güzel kestane sektirir. neyse, hemen köfteciye gittik. epey oturduk. ne çok konuştuk. öyle çok ki; kovulduk.. bilen bilir orası çok meşhurdur ve yine bilen bilir çok müşterisi vardır ve yeri kısıtlıdır. birden yanımızda bir garson ve iki teyze belirdi. garson teyzelere "buraya oturabilirsiniz, kalkıyor hanımfendiler" dedi. çok utandım. kalktık. yürüdük, pek çok kestane toplayıp sektirdik. hayatın içine bir buse kondurduğu biri fatma. öyle ışıl ışıl.. her neyse..

dönüş yolunda, ki 6 gibi ayrıldık, yine dehşet, evet kelimenin tam anlamıyla dehşet bir trafik vardı. eminönüne yürüdüm, cağaloğlunu özlemiştim. öğrencilikten sonra gitmiyor insan. her neyse, yine o köşedeki kitapçıya girdim. elimi kolumu doldurdum. "üyelik kartı var mı?" dedi. birden saçma sapan bir sevinç yerleşti yüzüme. o "çocukluğumda uçan balona tutununca ben de uçarım" hissi.. o, evet hayat bazen kaldığı yerden devam edebilir düşüncesi.. görüyorsunuz ya, bir üyelik kartı var mı sorusuyla dağılan biriydim. dağılmak işte, flashback ve flashforword yapmak aynı anda. cüzdanımın derinliklerinden bana indirim sağlayacak o kartı buldum. sonra başka kitapçı, başka bilmemneci derken indim cağaloğlundan aşağı. ali muhiddin haci bekir'in vitrinini görünce dayanamadım. ben ne iflâh olmaz şekerlemeciydim. lokum aldım yine.. fındıklı ve fıstıklı karışık. ben çok sevrim lokumu. ve trafik.. adım adım ilerledi. ama ben artık akmerkezin önünde indim arabadan.. karşıya geçtim.. elim kolum torba dolu. pazardan dönen kadınlar gibiydim. ama annem pazar dönüşü birleştirirdi poşetleri. ben niye yapamadım? noel baba gibi yürüdüm caddede. hepsini kucakladığım torbalarla, ev yolu giderek uzuyordu. parlak ve dar caddesinde etilerin hepsi birbirine benzeyen kızlar hepsi birbirine benzeyen oğlanlarla gülüşüyorlar ama çoğunlukla neye gülüştüklerini bilmiyorlardı. bense, aralarından lokumlarımı açıp yiyemediğim için yersiz bir hırsla küçük adımlarla geçiyordum. farketmiyorlardı elbette beni. telefonum çalıyordu. kimseye "afedersiniz telefonum çalıyor ama çantamı açabilecek durumda değilim yardımcı olur musunuz?" diyemediğim için sekiz olmuş vaziyette açtım telefonu. annem. "nerde kaldın? saat 9'u geçiyor".. tam cevap verecektim şarjım bitti. ne iyi oldu. eve geldim. gelip uzanacak, lokumlarımı yuvarlayıp kitaplarıma bakınacaktım. hiçbir şey sandığım gibi olmadı. annem o telaşlı sesiyle "hadi, hemen çıkıyoruz, ya böyle gel, ama yok deiştir üstünü.." daha ben "nereye" demeden.. "baban gelmiyor, gitmezsek çok ayıp olur, bilmemne lokantasına. düğüne" .. bende ciddi bir sızlanma.. "anne bacağımı kaldıramıyorum. nütfeeeeeen.. ya baba.." yanlış kişiden medet ummak budur.. "çok gezmeseydin sen de, hadi çabuk gidin çabuk dönün.." ve evet tüm yorgunluğum ve lokum hasretimle soluğu odamda aldım. annem kapının ordan hadileye dursun ben hayatim-ne-kadar-sade-giyinirsen-güzelliğin-o-kadar-göze-çarpıyor kıyafetimle ve takıştırdığım ilk küpeyle söz dinledim. ama ayağım ayakkabıya zor girdi. ve arabada annemi, "anne açım!", "orda yemem!", "anne bak fırın!" ünlemleriyle beni taşıdığına pişman etmeye çalıştım. ve lokantaya elimde poğaçayla girdim. hayır hiç utanmadım ama annem beni bir süre tanımadı. çocukluğumda benle kafa bulan ahmet abiyi gördüm. annemin kuzeni miydi neydi? evlenmiş. bir süre sonra anneme kaş göz yapmaya başladım ve annem de açıkça benim sıkıntımı afişe etti ve böylece çıktık. yolda şarkılardan fal tutuyordum. pixies'in hey'i çaldı. yüksek sesle söylemeye başladım, tüm yorgunluğumla.

"hey been trying to meet you hey must be a devil between us or whores in my head whores at my door whores in my bed but hey where have you been if you go I will surely die..." yazılmış en iyi aşk şarkılarındandır. sokak çocukları gibidir, eli kirli, ağzı bozuk, öfkeli, kırgın..

her neyse.. bir günü böyle yorgun ve aşık; yenik ve lokuma hasret noktaladım.

Çarşamba, Eylül 14, 2005

bu bir bant kaydıdır

onlarca mail, telefon, faks ve telgraftan sonra doğum günüm hakkında yazmaya karar verdim. efendim pek çoklarının unuttuğu üzre eylülün ikisinde doğmuş biri olarak mevsimlerden sonbaharı, aylardan eylülü, sayılardan da 2'yi severim ki asaldan ziyade asildir. her neyse.. bu seneki doğum günüm de tıpkı diğerleri gibi, benim bile hatırlamadığım bir gün olarak başladı. evli olan ablam koridorda, telefonda, eşine sitem ediyordu sanırım. ben de olur da odama girer diye uyuyor numarası yapıyordum.. böyle sitemler ve benzeri şeyler çok gerer beni. o girmedi ama ufak yeğenim gelip yüzümü mıncıklamaya başladı. evet ben aynen böyle uyandım doğum günü sabahıma. tabii o zaman akşama dek tarifsiz sıkıntılar çekeceğimi bilmiyordum henüz. sırayla kahvaltı, ütü, çay keyfi, tekrar ütü sonra türk kahvesi sonra başka pek çok sıkıcı şey... "beni unutmayı bile unutmuşlar!" dedim içimden. üzülmedim ama. yani üzüldüm de üzüldüğümü kabul etmek istemedim. yani hayatı anlamak için hayattan olmak lazımdı. bense böyle tecrübelere prim vermeyecek kadar yaşlanmıştım. daha vakarlı durmam gerek diye düşündüm. sonra film izledim. biraz daha sıkıldım. sonra biraz daha.. beni unutanlara hatırlatmak istedim kendimi.. attığım bazı mesajlar şöyle idi:

"bugün benim doum günüm. 'iyi ki doğdun' diyosan 1'e, 'keşke doğmasaydın diyosan' 2'ye, 'umrumda değil' diyosan 3'e basar mısın? =)"

"=("

"bugün benim doğum günüm. hatırlayıp mesaj atsaydın şık olurdu elbette ama problem değil. hala dostumsun ve çok seviyorum seni, iyi ve kötü günde.." -bunu hale'ye attım-

tabii bu mesajları aldıktan sonra aradılar.. ama bir de azar işittim; bilhassa hale'den. kendisi benim çalışmadığım için onun çalışıyor olduğunu anlayamadığımı ve beni zaten arayacağını ama artık aramasının hiçbir şey ifade etmediğini çünkü benim bu telefon görüşmesini onun burnuna soktuğumu falan söyledi.. öğle tatilini beklemiş beni aramak için.. inandım. sonra bir kaç görüşme daha yaptım. akşam olunca, ki epey geçti "hadi pastanı keselim" dediler. pastamı bile unutmuştum.. pastamı yedikten sonra odama çekildim.. içerde ceri maguayırı izliyorlardı. bense o filmi hiç sevmiyordum. tom cruise fazla abartılı oynuyordu. saçma sapan bir vakit kaybıydı.

derken ertesi güne ramak kala kurtuldu günüm. biliyorum çok ayrıntısız oldu. ama bunu bilerek yapmadığımı kim söyleyebilir?

Pazartesi, Eylül 12, 2005

lula mutfakta

sabah erken saatler..

mutfak tarihimizde, bugün yaptığım tiramisudan daha kötü bir şey yapılmadı sanıyorum.. pardon, ablamın bundan yaklaşık 15 sene evvel yaptığı papatya kurabiyesini es geçmeyelim. yiyenin dişi kırılıyordu. yemeyen de merakla kıvranıyordu.. her neyse, yiyince sakinleşecektik lakin, ağzımızda bir kaya ile soluğu çöpte almıştık.. tarih kendini tekrar edecek ya, ben vaktinde ablama güldüm ya, bana da aynısı olacak ya.. ve sayın seyirciler, ben, lu-kahvaltıda arkadaşlarını ağırlamaya niyet etmiş-la, kelimenin bütün anlamlarıyla tutuştum.. evet evet; yüzümde güller değil karanfiller açtı.. sabahın körüydü.. salon dağınık, tiramisu yerle yeksandı. ve ben alt tarafı bir kahvaltı için bunca anlamsızlaşmıştım. bir gece evvel halüsinasyon görmüş ama bunu ev halkına izâh edememiştim. sabahsa çalan saati ancak yarım saat sonra kapatabilmiş, "niye çalıyo bu diye?" düşünecek kadar kendimden geçmiştim. ve sonra olan oldu.. ben bulaştırdığım yüzseksen kap-kaşıkla mutfağın ortasında kalakaldım.. yaptığım tiramisu altına yerleştirdiğimiz 4 spatulaya rağmen bir arada durmayı beceremedi. benim hatamdı, biliyorum ama papatya kurbiyeyle o kadar dalga geçmemiştim yanlış hatırlamıyorsam.. kurtulur sanıyordum tiramisum.. olmadı ama.. sigara içiyor olsaydım, o kırgınlıkla bir tane yakardım sanıyorum. içmediğim için yakmadım. kaldığım yerden devam ettim işe. iş dediğim de normal insanların 15 dakikada bitirdiği türden şeyler.. ama bir kez çuvalladığım için şansımın yaver gitmeyeceğini anlayacak kadar hayat tecrübesine sahiptim çok şükür.. ve her şey beklediğim gibi oldu.. dolabın kapısını açmamla pirinç pilavı bulunan kaseyi yere dökmem bir oldu. onu temizlerken irili ufaklı bir kaç şey daha devirdim-döktüm-topladım-sildim-kaldırdım. anlatırken kısa sürmesinin aksine gercekleşmesi yarım saatler aldı bu eylemlerin..

öğlen..

benim tarif etmekten yorulduğum yolda defalarca kaybolan bu üç kişilik grup en son beykozda aldı soluğu.. anlamıyorum ki, nerede kayboluyorlar.. gerçi şimdi burada anlatacağım sapağı neden kaçırdığını ama fırça yemek istemem kendisinden.. vee nihayet geldiler... benim karnım sırtıma yapışmıştı ama sorun değil.. aşk insana neler yaptırıyor..? -burada gülümser misin hale?- çok çok çok sevdiğim bu üç silahşör masanın 4'te 1'ini ancak yediler.. dövemedim ama.. aşk nelere kâdir? -sen gülmezsen ben gülerim..-

akşam üstü..

dışarı çıktık.. dönüş yolunda yürüdüm.. pek çok yavru kedi gördüm.. şaşkınlığımı gizleyemedim, zira eskiden burada oturan ama şimdi ayrılan hasan adlı beyin gördüğü bütün kedileri kısırlaştırmak gibi bir hobisi vardı.. sokaktaki bütün kediler foka dönmüş, ayaklarını yerden kaldıramadıkları için sürünüyorlardı.. öyle şişmişlerdi.. bunun dışında bir de yavru kedi göremez olmuştuk ki bu da en az kedilerin yusyuvarlak olması kadar acıydı.. her neyse çok sevindim yavru kedi gördüğüme.. oturdum sevmeye başladım.. böyle de aklımı peynir ekmekle yerim bazen. elalemin kapısının önünde.. şaşkındım, belki ben göremeden şişerler diye doya doya seveyim istedim. doyamadan görevli geldi.. biraz dalga gecti biraz da "git başka yerde eğlen" bakışı fırlattı. kalktım kaldırımdan. arkamı döndüm.. eve doğru yol aldım.. when you're on your own, it's a long walk home..

daha da geç saatler..

zzzZZZ.. telefon. hale. "efendim?". "şimdi yol ikiye ayrılıyor nişantaşı için sağa harbiye için sola dönecekmişim.. nereye sapıcam?". ben de yine asılsız bir heyecan, bir "ne yapacağım, bu kız nasıl kayboldu yine?" endişesi.. "yaa hale ya, nereye gittin sen? dümdüz çık demedim mi ben sana?".. gülmeler.. daha çok gülmeler.. "eve şimdi girdim.. haber verim dedim.."

iyi yaptın hale, çok iyi yaptın.. ama bir dahaki sefere ben sana gelsem? tiramisu değilse bile yavru kedi getireceğime söz veriyorum..

Cuma, Eylül 09, 2005

kış uykusuna öykünen yarasa

saat 6:59. uyku tutmadı. tabiri caizse yatakta kıvranmaya başladım. uyumayı diliyordum, olmadı. biraz üşümüşüm sanırım gece, ürpererek uyandım. "n'apsam?" dedim, aklıma daha ilginç bir fikir gelmediği için acıdım şimdi kendime. "kendime acıdım" ifadesi de çok sinir bozucu aslında. neyse. uyuyamadım ya ondan bu huysuzluk, yani ondan olmasını diliyorum. hiç yoktan huysuzlaşacak biri olmak istemem. istesem de olamam umarım. rüyamda ilginç bir şeyler görmüştüm sanırım. öyle bir histi üşürken hissettiğim. ama şimdi tek hatırladığım bilmediğim bir sokak vardı. candyland çalıyor, usul usul..

araf'ı bitirdim dün sabah. bir kaç sabah önce başladığım kitabı elif şafak'ın. ama beni niyeyse pek hatta hiç tatmin etmedi.. galba ben gençtim ve elif şafak daha güzel kitaplar yazıyordu. ve düz mantıkla, yaşlandım ve bayan şafak'ın söyleyecek yeni bir şeyi kalmamış. o da bana benziyor yavaş yavaş galba. tabii şöyle bir şey de olabilir, ben eskiden daha güzel düşünceler doğuruyordum.. yani bir kitabı okurken bin başka şey sıkıştırıyordum satır aralarına.. kabul ediyorum bir hayli saftım ve kolay heyecanlanıyordum.. neyse... kişisel depresyon tarihimi gözler önüne sermek değil niyetim.. niyetim yok aslında hiçbir şeye -burada niyetin ingilizce karşılığına, oradan da evliliğe bir gönderme yapmıyorum sayın okurum, böyle bir çıkarım yapma e mi? aslına bakarsan sen hiçbir çıkarım umma yazdıklarımda.. öyle boş öyle anlamsız yazıyorum ki..

7:29. kimsenin uyanmaya niyeti yok anlaşılan. kahvaltı hazırlamak için erken, yürüyüşe çıkmak için geç olduğu için, sizi sıkan beni ise meşgul eden yazım devam ediyor.

dün reyhan'dan dönüşte elifle kapının önünde yine arabada, anlattıkça çoğalan sohbetlerden birini yaptık. eskiden daha sık olurdu kabul ediyorum.. arabadan bir türlü inemezdim. gittikçe daha da koyulaşırdı sohbet, sanki bütün gün çenemiz hiç açılmamış gibi.. ama dün bir şey oldu. yani her zamankiden içip de farklı tad almışım gibi.. ya da başka bir şey, tam olarak tarif edemiyorum.. her ne idiyse beni dün biraz hayata bağladı itiraf ediyorum.. ben çünkü hep hayata bağlanmayı isteyecek ve aslolanın hayatın bana bağlanması olduğunu kabullenemeyecek kadar mankafayım. evet evet, aynen öyleyim. aynı hatayı seksen kere yapan ama ders almayanım, ama bunun konuyla bir ilgisi yok. her neyse.. eliff diyorum, beni dün biraz yaklaştırdı bir şeylere, ne olduğunu henüz bilmediğim bir şeylere..

7:52. hala uyuyorlar. uyku problemimi nasıl çözeceğimi bilemiyorum. diğerlerini çözdüm de bir o kaldı değil, diğer bütün problemlerim uykusuzluktan kaynaklı bence..

8:01. kahvaltı hazırlamakla yatağıma dönüp, bitimsiz bir uyku uyumak arasında gidip geliyorum, ikincisi tamamen hayal olsa da.. kış uykusuna yatan hayvanları kıskandığımdan bahsetmiş miydim daha evvel? kış uykusuna yatan hayvanları kıskanırım ben. daha pek çok başka şeyi, benim yapamadığım, yapmaya da hiç bir zaman muktedir olamayacığım şeyleri yapan her şeyi olduğu gibi. ve evet ben değil kış uykusu, şekerleme bile yapamayan biriyim. ne cüretle kış uykusu dilenirim? bir şarkının nerede başladığını, nerede bittiğini unutmak gibi olsun istiyorum.. ne zaman sabah ne zaman akşam karışsın.. niye bilmiyorum.. ya da ben mütemadiyen saçmalıyorum.

8:13. ufak kardeşim genleşti sanırım, ayağını çarptı yine bir yere.. ve ben onun uykusuna dışardan bakan -duyan ama neyse- biri olarak onun hatırlamasının mümkün olmadığı bir anıyı kayıtlara geçtim.. ve can can geldi.. sevgilisiyle.. söyledim mi, barıştılar!! araya hep kumrallar girer zaten.. (sırf kumralım diye araya bir yere girmem umarım..) neyse.. bu sabahın her zamankinden erken başlaması bir şeyin, iyi bir şeylerin işaretçisidir umuyorum ve siz görmezken ufak kardeşimin burnundan öperek bu yazıyı noktalıyorum. nokta.

Perşembe, Eylül 08, 2005

ruh sağlığına okan!

eskiden yalnızladığımda, ki çok sık olur bu, hemen telefonu elime alıp Reyhan'a mesaj çekerdim. "reyhan" diye başlardım mızmızlanmaya. tek "a" ile başlayan mesajlarım "a"ların sayısının hızla yükselişiyle bir anda çığlığa döner, sonunda da reyhanın üzerine düşen bir çığ oluverirdi. yalnızlığım hafifleyecek sanırken -ki böyle budalalıklarım vardır, inkâr edemem- tam tersi olur, çapı bir hayli genişlemiş eski eksikliğim, müstakbel fazlalığım önce reyhanı sonra da beni içine alır, yutardı. yine uslanmazdık. ve şimdi bakıyorum reyhan, 818 mesajın var telefonumda kayıtlı. tüm yalnızlıklarımda seni rahatsız etmemi affettirecek bir şey diyebilmeyi dilerdim şimdi. yok öyle bir söz. senin sesin geceleri bile güneş kokuyor, ondan belki. ben karanlıktan korkmam halbuki.. ama yine de çocukken de bir resme hep güneşinden başlardım. sağda, solda ya da ortada. ama bir şeyler hep eksikti sanırım o resimlerde ki hiç asılmazlardı panolara.. ilgilenmezdim o zaman bu tür şeylerle. mataramdan su içen sibel'e, ali'ye ve daha bir dolu hijyen düşmanı sınıf arkadaşlarıma sinirlenmekle ve sinirimi belli edememekle meşgul idim. başka şeyler de vardı şüphesiz ilkokulda. mesela ben neden oğlanlarla maç yapıyordum? kızlar maç yapamayacak kadar "ne" idi?

herneyse; konu buraya nasıl geldi? 6 ekim yaklaşıyor, ondan sancıyor galiba karnım. böyle şeyleri problem etmem normalde ama hem gitmek istediğim hem de istemediğim için çelişiyorum kendimle. ilkokul arkadaşlarıyla buluşmanın en ilkel hatası "değişim"i idrâk edememe. mesela tolga'ya baktığımda hala eteğimi bacaklarımın arasına sıkıştırmak geçiyor aklımdan. halbuki uslu duruyor.. ya da umut; daha da esmerleşmiş bu ezelden flörtor çocuk, eskiden köşe bucak kaçtığım biri olduğu için yine masada yanımda oturmamasını diliyorum.. aslına bakarsanız ben ilkokula ilişkin pek bir şey hatırlamıyorum. en net hatırladığım şeyler sırasıyla:
1. ali'nin kocaman mavi gözleri
2. yine ali'nin maçtan sonra kafasına diktiği kocaman termosu
3. duygu'nun çıktığı dalin reklamı -şimdi bu kızın saçları kısacık, ne tuhaf..-
4. ali'nin çıktığı "annem bana kalır" arçelik reklamı
5. burnuma düşen basketbol topu
6. annemin saçımı sımsıkı topladığı ve bu yüzden tokalarımı çözmeme rağmen saçımın şeklinin hiç değişmediği..
7. galiba bu kadar

neyse.. bu ilkokul arkadaşlarımla buluşma merasimimi uzunca anlatmak isterim daha sonra.. bilhassa okan'a dediğimi.. ki sıra arkadaşımdı, çok severdim, ve hatta kaset değiş tokuş ederdik. ben sıkı nkotb'ciydim o nasıl olduysa metalci idi.. "bir şey itiraf edeceğim sana" dedim. çocuğun gözleri açıldı. (aşk ilanı falan mı sandı acaba?) dedim ki, "ben senin bana verdiğin kasetleri hiç dinlemiyordum..." bir tebessüm etti, bir de 'ne yersiz bir itiraf bu' bakışı attı yanlış hatırlamıyorsam.. eesi bu işte, gecen seneden pek bir farkı olmayacak sanıyorum.. bir köşeye hapsolacağım. ali de gelmeyecek zaten. istedikleri kadar 12 yıl aradan sonra gelene diye kadeh kaldırsınlar şerefime ben yine de sıkılacağım.. ve ayrılırken ali'nin mümkün olduğunca değişmiş olması için dua edeceğim.. ne bileyim, beli ekvator kadar olsun mesela ya da lütfen gözlerindeki mavilik solsun.. böyle de acımasızım işte.. herkesten, önce kendimden tabii, özür diliyorum ama kimse aynı kalmıyor ya hani.. misal, leş metalci olacak sandığım okan'ın kız gibi başını önüne eğmesi, benim gibi su içmesi gibi...

"ruh sağlığına Okan!"

Perşembe, Eylül 01, 2005











önce











sonra

oksijen kafa yapar

Ben bazı sebeplerden talihsiz biri sayılırım. Bu sabah bunu bir kez daha anladım. Aslında dün de anlamıştım ama ısrarcı olduğum için olmayan şansımı bugün de denemek istedim. Çuvalladım tabii. Dün benim dişlerime tel takıldı. Gerek yoktu bence ama annemler ilerde pişman olmamam için takmamın iyi olacağını söyledi. Benim için bu, yani “ilerde pişman olmamak için” söz topluluğu anahtardır. Tüm kapılarımı açar. Çünkü hep pişman olmamak için bir şeyler yapar ama nasıl olursa her daim pişman olmayı yine beceririm. İşte yine öyle bir şey oldu. Dün takılır takılmaz pişman oldum. Zaten doktorumun, öyle sinir bir asistanı var ki.. Soyadı muhtemelen nemrut. Biricik nemrut. Dün dişime tel takarken bu biricik, ben şeffaf tel istedim, yok olmaz o senin dişine dedi. Sonra ben o dişçi koltuğunda matrix’e bağlanmayı umdum. Burada ona hükmedemediğim için hiç değilse matrix’te şartlar eşit olabilir dedim içimden. Öyle bir şey olmadı değerli okurum. Ne ben matrix’e bağlandım, ne de biricik nemrut bana tel takmaktan caydı. Ben küçük adımlarım ve kocaman memnuniyetsizliğimle saint michel’in karşısındaki bu eski apartmanı terkettim. Yanımda anneme yamayamadığım ufak kardeşim.. “bak git ben dolanıcam biraz.. geç dönücem eve.. takılma bana.. yaaa anne şuna bir şey de..” olmadı tabii. Yanımda bitti. Ayağındaki galoşları çıkartmayarak ilk köşe başında el açıp dilenecekmişiz havası verdi bütün gün. Ve hatta acıktım acıktım nidalarıyla soluğu pizzacıda aldırdı. Benden çok yedi.. bense tellerimden utanmaktan ve ayaklarında masmavi galoşlarla arz-ı endam eden kardeşimi beyoğlu sahaflarında gezdirmekten yorulmamıştım ki, onun pili bitti. Eve geldik. Ben de sonunda nemrut suratlı oluvermiştim. Galiba bulaşıcıydı. Nemrut nemrut oturuyordum. İstiyordum ki, “o kadar da kötü olmadı” vs densin.. bunun yerine canım diğer kardeşim “ bak zaten küçük gösteriyordun şimdi daha da küçük oldun..” şalterlerim attı. “Değiştireceğim bunu” dedim anneme, “Ya da çıkartacağım”. Her neyse, bu sabah soluğu diş doktorunda almıştım ki asansörün düğmesine basmadan kapısı açıldı. Bir baktım sonra bir daha.. bu bizim nemrut biricik’iğimizden başkası değildi.. sadece önlüksüz olduğu için zor seçiliyordu. Şaşkın şaşkın baktı yüzüme. “telimde problem var” dedim. Rengi attı. “aradınız mı, randevu aldınız mı” gibi bir dolu soru sordu. “hayır” dedim. “telim dün çıktı da” –cidden çıkmıştı, özden telefondaydı hatta, söylesene özden, desene- .. “bir dahaki sefere arayın olur mu? Bakın doktor bey tatile gitti. Ayın onikisinde dönecek ben de tam çıkıyordum” dedi. Yere baktım. Biri duymak istemediğim bir şey derse ben hep yere bakarım. Yatırdı beni yine o koltuğa. Baktı. “bir şey yok” dedi. “var” dedim. “şey .. ben telimi değiştirmek istiyordum. Şeffaf olandan takabilir miyiz bana?”.. durakladı. Doktor bey gelince hallederiz” dedi. Ben hemen hallolsun istiyordum. Sinir oldum. Çıktım. Yine o memnuniyetsizliğimle.. bulduğum ilk dilek-şikayet kutusuna onun adını büyük harflerle yazmak istedim. Hiç karşıma çıkmadı. Daha da demlendi sinirim. Öfke hep daha çoğuna gebe olduğu için sanırım ayakkabım vurdu. Sağ ayağımı. Metrocity’ye gittim. Ayakkabıyı aldığım mağazaya girdim. Ayakkabının vurduğunu söyledim. Aldı pabucu, ben de bir yere oturdum. Teki çıplak ayağımla. Neyse, teşekkür edip ayrıldım ama hala vurduğunu söyleyemedim adama. Başka ayakkabıcıya girdim. Yeni bir çift beğendim. “Güzel oldu” dedi adam. “Almazsam pişman olur muyum?” dedim. Zor bir gün geçiriyordum, adam bunu bilemezdi. Gülümsedi. Ben ağlakken karşımdakinin gülümsemesi beni daha da çok üzer aslında. Yine öyle oldu. “ayağımda kalabilir mi? Diğeri vurdu da” dedim. “tabii” dedi. Altından etiketini söktü. Ben biraz sakinleştim. Dışarı çıktım. Varsa öyle bir şey, temiz hava aldım. Oksijen kafa yapar çünkü.