Pazartesi, Ekim 31, 2005

hale

1 saat kadar evvel; zzzZZzz. telefon. hale. (heyecanlı olan elbette benim)
+ hale?
- dün akşam kardeşini televizyonda gördüm.
+ beni? beni görmedin mi? yanındaydım.
- hayır seni almamışlar.
+ üff ya.. tabii ben istedikleri gibi konuşmadım da ondan.. ee? çok güldün mü?
- he evet, ne anlatıyo bu böyle dedim. farkında mısın lula; hep televizyonda rastlıyorum size, ki ben ne kadar az televizyon izliyorum.
...
evet yazın da beni görmüştü hale televizyonda. özden'in mezuniyetinde kamera burnuma girmiş, kepsiz ve dahi cüppesiz beni yakın ve uzak planlarla çekmişti. ben elbette izleyenlerin yalancısıyım. neyse.. haleyle aramızdaki dostlukta ben hep şımarık ve heyecanlı olanım. o da hep sakin ve vurdumduymaz. bu dünyaya paralel başka bir gezegende çok iyi bir çift olabilirdik hale. (bu ihtimalden korktuğu için sanırım evlendi hale.)
.
+ hale? bayramda görüşecek miyiz?
- hayır..! ( sesinde "bu da nerden çıktı?" tonu)
.
benden çıktı hale. çok göresim geldi seni. hem öyle telefonunun küçücük ekranından anlayamazsın elbisemin güzelliğini...
.
neyse. halecim, ben bir ara uğrayıp öperim o saygıdeğer elini..

Cumartesi, Ekim 29, 2005

tazı kovala

yaşlandıkça daha çok sahipleniyorum tavşanımı sanırım. hatta yiğenim geldiğinde ödünç bile olsa pek veremiyorum. alıp götürecekmiş gibi sıkı sıkı sarılıyor, sahiplenmiş gibi. ama bir gece elif bizdeyken ve canı çok sıkkınken ve geç vakit ayrılacakken, gözleri de buğulanmışken ödünç vermiştim ona. evet. "bununla uyu bu gece, iyi gelir" demiştim. hiç sormadım sonra, sahi, iyi geldi mi elif? bir ara da sık sık boynundaki kurdelesiyle uğraşmıştım. çeşitli ruh hallerime çeşitli kurdeleler yamalamıştım. ama içlerinde en güzel ve en yakışan bu siyah olduğu için sanırım, ruh halimi de kurdeleyi de sabitledim. siyah bize çok yakışıyor, mübalağa yok. belki ona biraz daha çok. neyse. adı olmayan cinsiyetsiz tavşanım hakkında daha başka şeyler anlatmalıydım ama n'aptım, rengi bozuk bir teletubby gibi ona ne renk yakışıyor bana hangi yalnızlık kurdele takıyor gibi saçma sapan ve anlamsız şeyler geveledim. gün ışımadan aklım ışımıyor galiba. mesela diyebilirdim ki, çocukken ağladığımda, gözlerimi sımsıkı yumardım. sarfiyat az olsun diye sanırım. gözümü açtığımda tavşanımı yanımda bulurdum. annem bir teselli armağanına çevirmişti bunu. her canım istediğinde değil de, boyum kadar yalnızlığımla başedemediğimde kucaklardım tavşanımı. -o sıralar orjinal kurdelesi, üzerindeki kalplerle fiyonk bir makarnadan daha yiyilesiydi.- çocukluğum bekleme odalarında geçtiğinden sanırım, ben hep çok sık yalnızladım. aramızdaki bağ bu nedenle kuvvetlenmiş olabilir. aşı olmak için beklenen odalar, iğne olmak için beklenen odalar, damaklık için beklenen odalar -hala daha bekliyorum o odada-, kaybolduğumda bulunmak için beklediğim odalar.. bir zeki demirkubuz filminin ilhamıyım ben. evet. canım istediğinde terk edemem, beklerim. acıktığımda, susadığımda, sevdiğimde, sevmediğimde.. ben her koşulda bir bekleme odası nezaketiyle beklerim. çaylar kahveler içer, günü geçmiş dergilerde gezinirim. şikayet edemeyecek kadar demlendiririm sukunetimi. ben galiba çocukken yaşlandım. şimdi dilediğim kadar beyazlasa da saçlarım, daha fazla yaşlanamam sanırım. ve sanırım bu sebeple bütün doğum günlerini -elbette kendiminki dahil- vaktinden erken bulurum. bütün randevular gibi, ne kadar erken gidilirse gidilsin beklemek gibi.. ben sanki yine lafımın başını sonuna bağlayamadım..

.

tavşanımı anlatmaya kararlıydım ama yine lafı uzattıkça uzattım ve arada benim için çok önemli olan bir doğum gününü unuttum. böyle şeyler mazaret gerektirmediği gibi özürle de telafi olmaz. diyeceğim o ki; seni sevmem doğum gününü hatırlamamla yahut 1 ay öncesiyle karıştırmamla, ya da hiç hatırlamamamla ölçülmemeli. hmm? çünkü hafıza ölümlüyken güzel. (gerçi o derece yitirmedim sanırım ama bir kaç kıskaç, bir kaç da post-it lazım unutkan aklıma) seviyorum seni, yetmezse dünyayı tersine iki tur çevirir, yine kutlarım doğum gününü? anlaştık mı?

Cuma, Ekim 28, 2005

tavşan kaç


tavşanımla göz göze geldim bu sabah uyanınca. "benden hiç bahsetmediğinin farkındayım" dedi. biraz mahçup, biraz da "ama hiç fırsat olmadı" der gibi baktım. benim bir oyuncağa sarılarak uyumak gibi bir alışkanlığım yok; hiç olmadı. tavşanıma da sarılmıyorum ama orda olduğunu bilmek huzur veriyor. babam bir yurt dışı seyahatinde almıştı bunu bana. 6 yaşındaydım, bademcik ameliyatı olmamıştım henüz. ya da olmuş muydum? hatırlamıyorum. pazarları işitme engelliler haber bülteninden önce bir çizgi film vardı, uçan kaz.. onu hatırlıyorum. sonuna kadar izleyemezdim onu da, uyur kalırdım babamın kolunda. -çoook eski bir alışkanlıkmış demek ki bendeki bu bir filmi, diziyi sonuna dek izleyememe-..
.
şimdi sizlerin huzurunda özür diliyor ve sımsıkı sarılıyorum ona.
.
.
.
to be continued

Salı, Ekim 25, 2005

maskeli kedi

çok ilginç bir rüya gördüm sanıyordum. ilginçti de ilk etapta. santorini gibi, ama çok daha victorian bir kasaba. ve ben orada yaşıyormuşum da bilmediğim bir kalabalık şehre gelmiş; karnaval havası estirmiş gibiydi.. insanlar maskeli ve parlak giyimliydi. yanımda biri vardı, kimdi hatırlamıyorum. bir köşeye saklanmışız - izlememiz yasaktı demek ki onları -. sonra ben yukardaki evimi gösteriyorum yanımdakine. sonra uyandım zaten, babamın sesiyle. rüyamın anlamını çözmeye çalışıyordum ki, aniden dank etti: dün ben maskeler denemiştim. hatta hızımı alamayıp kardeşime de denetmiştim. işte böyle. rüyamın kaynağı bu kadar gündelik bir olaydı. hiç bir alt metni, karmaşık açılımı yoktu. ben dün akmerkez'de bir aksesuarcıda maske takmıştım, hepsi oydu.
neyse işte böyle. bugün de aynı merkeze gideceğimi düşünmemiştim. annem rica etti, yalnız alış verişe çıkamaz benim annem. ve bıraksam karşıdan karşıya geçerken hala elimi tutar. olsun, onu böyle de seviyorum ben. pek tabii yine garaja parketmedi. ben annemle market alış verişini seviyorum ama annem galiba pek memnun olmuyor. ne lüzumsuz bunlar deyip duruyor ama elinden bir şey gelmiyor kasada. bir kere konserve ananas lüzumlu bir şey anne. balsamik sirke de. madem almışım bunları, salatayı ben yaparmışım. "oluuur" dedim. severim ben mutfakla uğraşmayı. en son bir tiramisu yapamamıştım ama salata konusunda iddialıyım.

ben bir iftar arası verdim, gelmek bilemedim.(09:040; 26.ekim, çarşamba)
snatch'i izledik kardeşimle. her seferinde ilk izleyişimiz gibi gülebildiğimiz bir film bu. yine öyle oldu. sonra da mutfağı toplamak, kedilere yiyecek indirmek, biligisarayda başka şeylerle uğraşmak derken bir ertesi gün olmuş yine. neyse diyeceğim oydu ki, rüyamda maskelerimden ilham almışım. sıkılıyorum ben çok. tam da şimdi. "dişçime gitmemek gibi bir alternatifim olsa" diyorum içimden. kimse duymuyor, bilhassa dişçim. o beyaz önlüğüyle beni bekliyor. ya da daha acımasız bir ihtimal biricik bekliyor beni. dişçi koltuğunu da sevmiyorum. herşeyi olduğundan daha zalim gösteren o koltukta hep rahatsız duruyorum. ve saçımdaki tokalar kafama batıyor, ben bunu bir türlü söyleyemiyorum. dişçim değil ama belki biricik anlıyor ama sesini çıkarmıyor; olabilir mi? sanmıyorum. neyse. hazırlanıp çıkıyorum ve dün telefonda "dry your eyes mate" dinlettiğim ablama bir kez de burdan selam ediyorum. sıradaki blogu ona adamadan evvel bu blogda kendisini ne çok sevdiğimizi unutmamasını ve sık sık hatırlamasını rica ediyorum.
.
esen kalın.

Pazartesi, Ekim 24, 2005

come up to scratch

evin içinde timo maas gibi dolanıyorum bir kaç gündür. çünkü ablam ada'ya son gidişinde i-podu da yanında götürdü. bize de evdeki müzik çalarlarla idare etmek düştü. odalararası ulaşımda ses kalitesi düştüğü için ben diskmani tercih ediyorum. ve haliyle kulağımda kulaklıkla izole bir hayat yaşıyorum. sık sık da kulaklığın tekini kulağımdan uzaklaştırıp şu cümleyi sarfediyorum : "biri bana mı seslendi?". bana seslenseler de bir seslenmeseler de artık. dün gece teyzemle konuşurken de bu durumdan bahsettim. "ben de istiyorum ondan" dedi heyecanla. duymak istemiyormuş bazen kimseyi. "işe yarıyor" dedim. işe yarıyor cidden. yani ben başka bir iş için kullanıyorum ama bonus olarak o işe de yarıyor. kapıya da telefona da bakmıyorum. ve de yüksek sesle şarkı söyleyişime anlayış beklemek durumunda da kalmıyorum. "deliyim ve ne yapsam yerim" bakışı atıyorum. bu sabah da neredeyse kendimden geçerek "blood roses"ını söylüyordum tori amos'un. hele bir yerde tori çığlık çığlığa "god knows i've thrown away those graces" diyor ya, işte orda ben de çıldırasıya eşlik ediyorum. hayır, pişman değilim; yine olsa yine yaparım.
.
geçen gün takside susuşum hakkında; aslında genelde, hayat içersindeki susuşum konusunda biraz fikir yürüttüm. yürürken daha çok düşünüyor ya insan. ama ben yine pek muvaffak olamadım. tek hatırladığım ben sustukça karşı tarafın sinirlerinin daha çok bilendiği. lisede elif'le de böyle bu vakamız olmuştu. olayı anlatmaya lüzum yok ama ben biraz incinmiş biraz da toyluğumdan sanırım çaresiz hissetmiştim kendimi. neyse efendim, netice itibariyle küsüşmüştük. pek tabii her boşanan çift gibi biz de ilk iş olarak sıraları ayırmıştık. ben nereye geçmiştim hatırlamıyorum. belki hale'nin yanına, emin değilim. konu bu değil. elif o günleri hatırlatırken daima "sen küsken çok acımasızsın" der. oysa acıma duygum değil mi beni suskun ve sakin kılan? yani elim belimde, hakkımı aramak adına çıkışsam daha mı iyi? hiç hoşuma gitmez öyle durumlar. böyle olmadığım gibi olunmasından da yana değilim. o hakkımı ben bir ara bir şekilde alırım. böyle ucuz numaralara gerek yok. işte o vakit de, galiba 2 ay kadar falan, susmuştum. elif ara ara gelip, bana olan kızgınlığını belli ediyordu ama ben sanırım hissizleştirmiştim kendimi, tepki vermiyordum. -başka zaman, başka bir mevzuda elif bu durum için 'sen sinirlenmedikçe ben daha çok sinirleniyorum' diyecekti.- tepkisizlik bilgelik değildi lakin. evde uzun tiratlar atıyordum. kendimle barışamıyordum. umarsızlığım umutsuzluktandı sanırım. ben hiç layıkıyla sevilemeyeceğimi düşünüyordum. çünkü elif'le de küsüşümüzün sebebi -okurken yine inkâr edecek sanırım- tamamen benim onu korumaya çalışmamdı. neyse. ben buraya nerden geldim? elbette barıştık. o zaman cep telefonları yeni icat olmuştu. bir heves kullanıyorduk. bir film sırasında sanırım, ön koltuktan mesaj atmıştı, "kantinde konuşabilir miyiz?" diye. öyle işte.. ağlaya ağlaya barışmıştık. hiç şüphesiz evlilik bizimkisi. aynı sırada oturmaya, yine sabahlara kadar telefon görüşmesi yapmaya ve elbette ders çalışmamaya kaldığımız yerden devam ettik. ama susuyorum ben hâlâ; en çok konuşmam gerektiğini düşündükleri anlarda ben hâlâ susuyorum. eskiden kalmış bir alışkanlık sanırım.
.
sahur editi: susmazken daha sevimliymişim; öyle dedi annem bu konu hakkındaki görüşünü belirtirken. buradan kendisine en yere göğe sığmaz, en haşarı, en capon smiley mi yolluyorum: "=)"

Pazar, Ekim 23, 2005

lula'nın pabucu yarım ama çıkmasa da evde oynasanız?

günlerden yine pazar. dün gibi bu akşam da iftara davetliyim efendim. ama bugün babamla gideceğimden, dünkü gibi beklemek durumunda olmayacağım umarım. dün de her zamanki gibi yaka paça ve hatta hırkamı apartmanda giymek suretiyle evden ayrıldım. "dört buçukta zincirlikuyu girişinden alim seni" demişti esra telefonda, saat 2'ydi o zaman tabii. ben de kaba bir hesapla 4 gibi evden çıkarım diyordum. ama elbette evdeki hesabım çarşıda patlak verdi. saat 4'ü beş geçiyordu ve ben hala evde saatimi arıyordum. saçımdan bahsetmiyorum bile, latoya ceksını andırıyordum. her neyse. taksiye nefes nefese bindim. zincirlikuyu dedim. caddeye paralel ara sokaklardan, trafikten kaçarak ilerliyorduk. indiğimde saat 16:29 du. heyecanla esra'yı aradım. "yaşasın!" diyordum içimden; ilk defa tam vaktinde buluşma noktasına gelmiştim. ama noldu? esra daha evden çıkamamış. kardeşini beklemiş. en nihayetinde o da gelmemiş, şimdi çıkıyormuş evden.. hayal kırıklığımı tarif etmeme lüzum yok. elle tutulabiliyordu nitekim..
.
neyse. ben daha fazla neyselemek istemiyorum. dün gece eve dönüşte, esra'yı trafiğe sokmak istemedim. "burda ineyim ben" dedim. o da "olmaz, burda indiremem seni" dedi. yıldız teknik'iğin önüydü sanırım. "taksiyi çevireyim önce" dedi. çevirdi de, ama bilmediğimiz bir şey vardı, şehrin en azılı ruh hastası taksi şoförüne denk gelmiştik. sinirim tepemdeyken hep susarım ben. yine sustum. ama arada hapşurma gafletinde bulundum.
.
- çok yaşa!
+ ... (sessizlik)
- yaşlanınca da taşırım inşallah sizi (bir de korkunç bir sırıtma efekti)
+ ... (sessizlik)
- nasıl espri ama?
+ ... (sessizlik)
- tabii siz yaşlandığınızda ben çoktaaan ölmüş olurum ama..
+ ... (sessizlik)
...
evin önüne geldiğimizde uzattığım paraya uzun uzun baktıktan sonra: "sahte değil, di mi?" dedi. bense hala nemruttum. sustum. "piyasada çok sahte para var da" deyip, banknotu ışığa tuttu. sonra bana para üstümü verdi. ve ben inmeden evvel, önce tüm husumetimle verdiği paraları ışığa doğru uzatıp gerçekliğini kontrol ettim; -elbette o sıra bunu tamamıyla keçilikten yaptım, yoksa anlamam ben neresinden anlaşılıyor orjinal olup olmadığı- sonra da dostça "iyi geceler" dedim. zira geceydi ve annem beni yine aramamıştı.
.
neyse.. böyle işte. hep ertesi gün editliyorum ya, hep rötarlı oluyor yazdıklarım. olsun, beni böyle de sevin, aşkımla eriyin, her zaman cornetto yiyin.

Cuma, Ekim 21, 2005

Ob-La-Di, Ob-La-Da

dün fatma'yı hacı abdullah'a götürecektim iftar için. ama unuttuğum bir şey vardı; rezervasyon! beyoğlu aksanat'ta beklerken fatma beni, tabii bir adamın bana nasıl çarptığına da tanık olurken camın ardından ve ben de onun katıla katıla gülüşüne bakarken buluştuğumuzda utanarak "fatoş ben rezervasyon yaptırmayı unuttum" dedim. güzel olduğu kadar da anlayışlı da olan arkadaşım gülümseyerek bir şey olmaz demeye getirdi. gittik mekana. fatoş önce o kapıdan böyle bir yere giriş yaptığına şaşırdı. ben de müdüriyete doğru emin ama bir o kadar da mahçup adımlarla ilerledim. ahmet bey biz'e yer bulacağına söz verdi ve ekledi "iyi ki rezervasyon için aramamışsınız, yer yok diyecektik" dedi. her neyse, gittik. bir güzel de yerleştik. solumuzda vücudunun tamamı göbek olan ve her nasılsa bu cüsseye soyadı çöpdemir olan kadir bey vardı. diğer yanımızda yılmaz morgül. gerçi kimsenin yemeklerden başka birşey görmediği mekanda fatma yine konuştukça güzelleşti. ben sanırım susarken daha güzelim. ya da öyle olduğumu düşündüğüm için pek konuşmuyorum. ya da konuşuyorsam bile anlamlı cümleler kuramıyorum. kuruyor muyum yoksa fatma?
.
sonra fatma beni cezayir'e götürecekti. götürdü de ama ramazan konsepti için fazla aşifte buldum ben orayı. kaprisli biri değilim, ı ıh, hiç değilim. ama olmazdı orası. neyse fransız sokağında bir yerde kahve içtik. elbette türk kahvesi. sonra da hiç susmadan yürüdük, yürüdük. aksanat'ın önünde tam da tanımadığım bir adamın bana bodoslama çarptığı yerde ayrıldık. bir süre arkasından baktım, elbette fatma benim ona baktığımdan haberdar değildi. gözden kaybolunca yürüdüm. telefonuma baktım. hala daha aramamıştı annem beni. hayretler içinde "acaba başına bir şey mi geldi de arayamadı beni?" diye düşündüm. ben arayacaktım az kalsın onu ama hemen sol omzumdaki şeytan "ona bir şey olmaz" dedi. metroya yürüdüm. nedense metro bende acele etme hissi uyandırıyor. hiç acelem olmasa bile o yürüyen merdivende, o yürüyen yerde sabit duramıyorum. gitmem gereken yere halihazırda 3 saat gecikmişim gibi seri adımlar atıyorum. terin suyun içinde kalıyorum, çılgın atıyorum. biri beni durdursun! yine öyle panikle, heyecanla attığım adımlarla 10 kırkbeş gibi leventteydim. 11 gibi de evde. zile basmaya çekindim tabii. anahtarlarımı ilk kez unutmadığıma sevinerek açtım kapıları. önce apartmanın sonra bizim kapıyı açacaktım ki birden ruhsal bir çöküntü peydah oldu içimde. gri bir buluttu da sanki tepemde birden yağmaya başladı. ben galiba yaşlandım dedim içimden. bu o demek. annem artık 11'de dahi aramıyorsa beni, ki 9'dan sonra düzenli aralıklarla arar benim annem, bu o demek. yaşlandım demek. korktuğum başıma geldi demek. bu sokakta, bu evde, bu güvenlik görevlilerine yemek verirken yaşlandım ben. bu düş kırıklığıyla açtım kapıyı. kız kardeşim yan yan baktı salondan. "annem yok mu?" dedim, "içerde. uyuyor." dedi. tarif edilmez bir heyecan duydum. kız kardeşimi gittim öptüm, ki hiç hazzetmez böyle şabanlıklardan. olsun, yine de öptüm. "yan masada yılmaz morgül vardı, keşke sen de gelseydin, seversin sen o adamı" dedim gülerek, hiç gülmedi tahmin ettiğim gibi. ben de her zamanki gibi, saatler önce gelmiş izlenimi vermek için pijamamı giyip annemi uyandırdım. uyanmadı. ancak sahurda beni şöyle uyandırdı "sen kaçta geldin dün bakim?" ben de uykulu ama yine de yalan atmayı becerebilen bir kıvraklıkla "9 gibi anne" dedim. her neyse.
.
böyle işte. yeri geldiğinde "küçük değilim, bırakın beni" edalarıyla evde terör estiren ben, bazen de böyle küçük bir kız çocuğu gibi davranılsın istiyorum bana. böyle de mızıkçıyım. ama bunun bana yakışmadığını kim söyledi, hmm?
.
(ertesi gün editi: kadir beyin göbeğini nasıl büyüttüğü aydınlandı efendim.. bu resimlerden birinde. önce bulan kazanır! )

Çarşamba, Ekim 19, 2005

kanatlarım benimdir; benim kalacak

dün pantalonumun arka cebinde bir kağıt buldum. tanımadığım bir elin yazısı "iyi ki kanatların var senin" diyordu. nasıl olduğunu anlayamadım. insanın arka cebine bir kağıdın habersiz girmesi pek olanaklı görünmedi gözüme. sonra acaba bu kotu başkası giymiş olabilir mi diye düşündüm; bu da mümkün olmayacağı için -evde kimseyle aynı beden değilim de ondan; yoo hayır çemkirmiyorum- şaşkın şaşkın kağıda baktım. iyi ki kanatların var senin. evet var benim kanatlarım da; bunu kim neden yazdı bana? yoksa uyudum mu ben bilmediğim bir yer ve zamanda.. uzaya maymun bile gönderememiş memleketimde ben nereye ışınlandım ve ne şekilde kanatlarımı gören birine bu satırları yazdırdım..? Allah'ım bu bir sır kapısı mı? öyleyse şayet, ben kelebeklere hep iyi davrandım.. hep sevdim. hatta tırtıl gördüğümde korkup kaçmadım, tombul tombul ilerleyişlerine baktım, "ne de güzel kelebek olursun sen" diyerek sevdim onları.. ama anlayamadığım bu söz nasıl bir ruhu temsil ediyor.. "aman iyi ki kanatların var, bir halt olduğundan değil yani.." gibi mi; yoksa "iyi ki kanatların var senin, keşke yalnız bunun için sevseydim seni" gibi mi? bu bir cemal süreya şiiri olmaktan ne kadar uzak oysa.. ama ben hala anlayamadım ve bu durumu aydınlatamadım.
.
neyse.. bu kanat-severi bulursam şayet yargı yoluyla hakkımı arayacağım, hiç şüpheniz olmasın. bunun dışında enterasan başka bir olay yaşanmadı tarafımdan.. filmi* sonuna dek izledim nihayet. beğenmediğim gibi uykumu da kaçırdı bu kez. sonra da, uyuyunca yani, saçma sapan rüyalar gördüm. sarhoştum ve yanımda fatma vardı. onun kardeşi ve arkadaşları da. ben niye sarhoştum bilemedim, çilekli turta yiyorduk oysa. sonra bu ayık olmayan kafamla istiklal caddesinde yürüyordum yanımda saz arkadaşlarımla.. eskiden arkadaşım olan birini, kendi adını verdiği barında görüyorduk.. ben alaylı alaylı konuşuyordum. "ali'nin yeri" miydi neydi barın ismi? gerisini hatırlamıyorum, ya da uyandım belki. ramazan ramazan bu rüyayı peydah eden bilinç altıma söylenerek kalktım. hava soğudukça evin içi ısınıyor ya, işte bu duruma bir türlü adapte olamıyorum. bu sabah da öyle oldu. camı açıp biraz daha uzandım; çok sürmedi tabii, annem yetişti olay yeri olan odama. yine bir uyuyor numarası ile bu sabah eziyetinden kurtulurum sandım; işe yaramadı. böyle manevralar sökmez oldu anneme. kalktım, yüzümü yıkadım. annem "akşama baban yine yok, davetliymiş, pizze yesek olur mu?" dedi. "oluuur" dedim. ne kadar makul biriyim Allah'ım. böyle makul başlayan günüm makul makul devam etti.
.
günlerden çarşamba sevgili günlük. haftanın bu en orta gününde sıkılmaktan sıkıldım. ve peşimde, kim olduğunu bilmediğim bir kanat düşkünü var.. üzgün ve endişeliyim..
.
şimdilik bu kadar.

Salı, Ekim 18, 2005

paths that cross will cross again

blogseverler günaydın!* sabahın bu erken saatlerinde, evimin halkı mışıl mışıl uyurken, fonda da tüm nezaketiyle paths that cross** çalarken yazıyorum bunları. günler birbirinin aynı geçiyor sanıyordum ama meğer aynı olan benmişim. ve pek tabii ortodondistim.. dün yine bir uğradım kendisine, zira 3 gün görmesem özlüyorum. dün de kardeşimle aslen onun için, eşantiyondan da benim için gittik ünay bey'e. bekleme odalarından oldum olası hazzetmeyen ben, bekleme odasında, en büyük hobisi dalmak olan dişçimin "sualtında yaşam" isimli dergi arşivine bakmamak gibi bir insiyatif kullanıyordum. annemse caddenin karşısındaki aykut hamzagil'de, ki kervan gibi bir çeyizci türevidir kendisi, vakit öldürüyor, kardeşimse biricik'in ellerinde hayat mücadelesi veriyordu. ve evet biricik'e hala nefretle bakıyordum. tabii o bu nefretten habersizdi sanırım. ünay bey bana seslendi; "yine nen var?" gibisinden.. ben de sorunlu ama sorunlarını sevimli gösteren biri gibi "şey; bu sağ taraf yanağıma değiyor içten.." bu şekilde bekleme odasındaki dergi yığınından sıyrıldım. sonra annemi yine eve bir dolu lüzumsuz yatak örtüsü, yastık, minder ve ne olduğu anlaşılmaz şeyler alırken bulduk aykut hamzagil'de. bilenler vardır belki, "binnaz" isminde bir kedisi vardır buranın. yarım deil tam dünyadır. ama öyle güzel öyle sevecendir ki.. o kocaman yatakların üstüne çıkar, yatağı kaplar zaten.. minyatür bir kaplandır kendisi. ve de tepeden tırnağa nazdır, nazlıdır. sevdikçe sevesiniz gelir. annem yatak örtülerini aladursun ben binnaz'a ilan-ı aşk gibi, sevdim seni, sen beni sevmesen de olur gibi duygularla yanaşmaya çalışıyordum.. yanaştım da nitekim ama tam da havaya girmişken reklamlar başladı. her neyse.. sonrası biraz hızlı çekim ilerledi günün. küçük kardeş kapıda kaldığı için görevli telefon açtı, "elinizi çabuk tutun trip atmasına ramak kaldı ufaklığın" anlamına gelen bir takım cümleler kurdu.. geldik ki, trip ne ki poz ne ki.. 5 karış suratla beş karış boy. sakinleşmesi vakitler aldı.

gece de film izleyecektik sözde.*** aslında izledik de, ama ben her zamanki gibi "the end" yazısını görmeye muvaffak olamadım. sızmışım uzandığım yerde. sağolsunlar uyandırmadıkları gibi üstümü de örtmemişler. ama inkâr ediyorlar: "kalkmadın, çok uğraştık.." işte böyle efendim, ben; yani lu-uykusunu yine darmaduman etmeyi başarmış-la saat 4'ten beri evin içinde uygun adımlarla dolaşmaktayım. aslında anlatacak başka şeyler vardı nitekim ben otomatik olarak sızlanan biri olduğum için sızlana sızlana yazdım. başka şeylerden kastım; -paragraf başı olur; deil mi?-

misal geçen gün elif'le iftara gittik, güzelce hisar'a. yolda da elif devamlı atölyeden bir ressam arkadaşımız olan N. hanım'dan bahsetti. benim bilmediğim hikayesini anlattı N.'nin. ben de kâh şaşırarak kâh anlam veremeyek dinliyordum ki yol bitti, manzaranın insanı doyurmaya yeteceği bir masaya yönelmiştik ki ben elif'e, tamamen kafadan atmak suretiyle "aa, bak N. hanım!" dedim. böyle de anlamsız işler çevirdiğim olur bazen. o da attığımı anlamış, önemsememişti ki, mesafe azaldıkça onun N. olduğu tezinin doğruluğu arttı. iyice yaklaştığımızda da ta kendisiydi N.'nin. yanında bir bey vardı ki ben eşi sanmıştım.. değilmiş. neyse. özel hayata müdahale yok. bir tek kendi özelime müdahale edebilirim biliyorum. onu da burda ifşâ etmekten yorulduğumda yerime başkası yapsın, evet mesela bu blogu ilk okuyan.. anlaştık mı?
.
* : bir açık radyo dj'ine selam niteliğinde.
** : patti smith'in güzide parçası. oğluna yazmıştır. drem of life'da yer alır.
*** : kingdom of heaven. filmin adı yani.. en son orlando bloom delici bir emrah bakışı fırlatıyordu. sonrasını hatırlamıyorum; içim geçmiş.. ()

Perşembe, Ekim 13, 2005

benim hiç melek balığım olmadı

20:54. pullu eteğim, pembe bluzüm ve tüm bunlar hasar almasın diye üzerlerine geçirdiğim mutfak önlüğümle oturuyorum şimdi. aslında mutfağı topluyordum, ablam telefon açtı. "mail attım, okudun mu?" dedi. ben de zaten kaytaracak yer arıyordum, isabet oldu. çayımı aldım geldim. mailini okudum ablamın, içim hafiften cız etti. mutfağa dönmedim işte. üzerinde kocaman bir balık -sanırım lüfer- olan beyaz önlüğümle simsiyah bir klavyeyi tuşlamaya başladım. hiç bir işlevi yok benim yazdıklarımın demiştim bir kez. yine diyorum. dediklerimin hep arkasındayım. ve ekliyorum, işlev denilen şey karın ağrısından başka bir şey değildir. işlevsel olan her şey bir süre sonra işlevimizi yitirmemizi sağlar. daha bulaşık yıkamaz, daha çay demlemez, daha plak biriktirmez oluyorsak hep işlevsel icatlardan ötürü. neyse, canım sıkkın benim. yoksa kızgın değilim almanlara; bulaşık makinesini, şarjlı diş fırçasını ve daha bir ton zaman sağlayıcıyı icat ettiler diye.. ben sadece zamana hakim olma sevdasına akıl sır erdiremiyorum. her şeyin efendisi mi olmamız gerekiyor yani? ben yine ne dediğimi bilmiyorum galiba. geçen gün özden bana yazılarımın çok depresif olduğunu söyledi. "öyle mi?" dedim; halbuki antidepresan alıp yazıyorum.. -yine- neyse..
önlüğümün üzerindeki balığın duruşu çok estetik. öyle 3. sınıf balıkçı lokantalarının ışıklı tabelalarını andırır cinsten değil. kendine has bir duruşu var. yüzüyormuş da soluklanmak için durmuş gibi. ya da bana öyle geliyor; pekala 5. sınıf bir çizim belki de.. benim en sevdiğim balık melek balığıdır. biliyorum daha önce bahsetmemiştim. çok seviyorum işte. bakarken kendimi kaybediyorum. kusursuz bir zarafet var melek balıklarında.
işte görüyorsunuz siz de şimdi.. bir hikayede adam kadına melek balığı gibi kaybolalım diyordu. hangi hikayeydi hatırlamıyorum. tek hatırladığım benim balık bakamadığım. ne zaman yeltensem, canlılarından çok ölülerine baktım. yine de benim hiç melek balığım olmadı. ne kadar trajik yazıyorum ben: "benim hiç melek balığım olmadı.."


21:21. hala melek balığım yok ve okkervil river'in black sheep boy'u her dinleyişte biraz daha can yakıyor.

21:26. handan blogunda demiş ki "en çok ramazan'da özlüyorum evimi".. burdan ona ramazan hasretini gidermesi için bir kaç hatırlatma yapmaya çalışacağım.

1. bu ramazan'da da en çok zekeriya beyaz eğlendiriyor.
2. en güzel pideyi pan pan yapıyor. -ama hayır oraya başvurmadım-
3. sahurda yemek yemek kabus yapıyor; kabuslar rüyaların aksine hatırlanıyor işin garibi.
4. açken daha çok üşüyor insan. iftarda da sıcak basıyor. orda da öyledir belki ama sanki orada hep ama hep soğuk var; yanılıyor muyum?
5. 4'ten sonra 5 geliyor.
5. melek balıkları karın doyurmaz, ruhu doyurabilirler ama belki..

21:34. hepsi bu.


Pazartesi, Ekim 10, 2005

migren

havalimanında bir ses yankılansın: "248 sefer sayılı lula bir türlü yeterli enerjiyi kendinde bulamamamakta, bir türlü konsantre olamamakta, odasını bile toplayamamakta, kafası bulunduğu yerde bir türlü bulunamamakta ... ". sahte sarışın bir yer hostesi seni alsın, cam kenarında bir koltuğa oturtsun. -mümkünse yanın boş kalsın- önündeki ekranda yeşil dağlar üzerinde süzülen uçak kırmızı kırmızı, şerit şerit, ilerlesin.. sen bilme nereye gideceğini. bütün yollar aynı yere çıksın. sana hatırlatmak için yaşadıklarımızı, az biraz alıntılayayim ben de..

dedim ama aklım durdu.. mutfağımızdaki saat gibi geri geri işliyor. evet mutfak saatimizi dün, normalin tersinde ama aynı hız ve kararlılıkla ilerlerken bulduk. misal, gerçek saat 8 olsun, bizim mersinli de 11. gerçek saat 8buçuk olduğunda diğer kobay olan 10 buçuk'u gösteriyor. işte ona gülerken ona benzedim. hep geri, hep geri işliyor, işlemeye işlemeye yosun tutmuş aklım. yeterli önlemleri almadığım için, yeterli önlem dediğin nedir, ne zaman alınır da bilmediğim için açıkçası böyle oldu. önümde yığın yığın selpakla -başka kağıt mendile selpak demem ben- bilgisaray ekranı karşısında, neye olduğunu bilmediğim bir kırgınlıkla oturuyorum.
bitaneme bitanecik şeyler yazasım vardı. ama yine çuvalladım. çuvallamadığım tek alan neydi onu düşündüm. bulamadım. biri bana "sen kendine çok kötü davranıyorsun" dedi. başka biri başka yer ve mekanda, "kendine saygısızlık bu dediğin" dedi. bunlar söylendiklerinde değil ama şimdi nezle ve burnumu silecek kadar çok selpağım yokken çok dokunmaya başladı bana. öyle ki sarılasım var birine. uzun uzun yaslayasım var başımı omzuna. i'll read a story if it helps you sleep at night. i've got some matches if you ever need a light. oh i am just a man but i am doing what i can to help you. diyor jarvis. bana densin istediğim şeyleri başkasına derken duyduğumda hissettiğim, kontol edemediğim "iyi ama ben de vergilerimi veriyorum, düzenli spor yapıyorum, bende eksik olan ne?" sorusunu yine hissettim. yine kontrol edemedim. için için kızdım kendime. için için içlendim. herkes benle kafa buluyor da; bir ben kafamı bulamıyorum sanki.. sanki ben dün sabah uyudum, hala uyanmadım. bir tuşa bakıyor ya her şey. seçiyorsun hepsini, sonra "o" tuşa basıyosun siliniyor.. öyle bir tuş istiyorum hayatıma. aynı sokakta yaşlanmamak, aynı hırkanın içinde üşümemek, aynı boşluğu hissetmemek gibi bir ayrıcalık talep ediyorum. öyle ki, geceleri uykusuz kalışım, gündüzleri de uykuyu düşlemekle geçen zamanlarım, hatta uykunun hiç olmadığı zamanlarda bile düşünecek manasız şeyler buluşum silinsin benden.. bambaşka bir formatta olayım. msn'in dümbelek smileysi gibi ağzım kelimenin tam anlamıyla kulaklarıma varsın. sabah akşam, bakkalda markette, takside metroda.. her yerde her zaman gülümseyim. kahkaha atmasam da olur. ben yalnızken kendi yalnızlığımla başetmeyi diliyorum, hepsi bu.

üzgünüm canım. sana yazmaya yeltendim ama beceremedim. sen biliyorsun benim gel gitlerimi. herkesinkinden çok, herkesinkinden acuze yalnızlığımı.


.

Cuma, Ekim 07, 2005

'lula'nın kulakları eşek kulakları' ya da 'ben ne dediğimi biliyor muyum sanki?'

beş buçukta yatmışız; öyle dedi esra az evvel telefonda birine. evet uyumamış sayılırız esra. esra'nın sesinde bir yorgunluk, bir bitkinlik, bir ''bu kız ne zaman gelse ben uyuyamıyorumluk'', bir ''lula daha iyi bir film getiremedin mi izlemek için?''lik... ve devamlı yanıma gelip ''ne yapıyorsun; ne yazıyorsun?'' demeler.. esracım yazıyorum işte bir şeyler.. dur yaptığın küpelerin resmini koyacağım şimdi buraya. diğer güzel olanı; ki öyle böyle değil, basmıyorum buraya.. ışıl ışıl, kelebek kelebek.. ama şikayetçiyim. karnımı öyle şişirdin ki esra, parmak ucumu göremeyeceğim sanırım. hem misafir odasına çalışmayan saat asmak kimin fikri esra; hmm? gözümü bir açtım 4 ! "iftara eve yetişemeyeceğim sanırım" dedim içimden. sonra ta mutfağa indim -başka nerde saat var bilmediğimden- bir de baktım ki 12'ye birazcık yaklaşmış. sakinleştim. tekrar yattım. annem aradı; yetişemedim. mesajı geldi sonra: "beni çabuk ara!" çok kısa mesaj yazar; onu da mecbursa.. ama noktalama işaretlerini unutmaz benim canım annem. aradım; "beni aramışsın n'olmuştu?" dedim gülümseyerek. pek de gülümsemeyerek cevap verdi: "seni arıyorum evet; nerdesin? kaç kere aradım; duymadın mı?".. buna benzer bir kaç şey daha söyledi ama önemli değil. ufak bir ara, esra'ya kıyafet beğeniyoruz.. beğendik efendim. ben her zaman bir kıyafete çantasından başlarım. yine öyle yaptım. ''esracım şu yeşilli çantana göre bir şeyler giy bence.''. söz dinliyor bu kız.. bu arada ben burada çanta ve pabuç beğenirken esra'ya, ortopondistim (!) beni bekliyor.. her neyse.. burdan daha fazla devam edemeyeceğim.

akşam geç saatler, ev.. fonda sırayla; hefner, hefner, yine hefner..

geldim ve baktım. yazacak yeni bir şeyim yokmuş. ama belki esra'ya gidişimi anlatabilirim ya da sabaha kadar ne yaptığımızı. ama bu hikaye de anlatırken sıkıcı ve uzun. belki sadece taksi şoförünü anlatabilirim. bu hikaye de çok yılışık. belki ben şimdi sussam daha iyi. iyi ramazanlar diliyor; sıradaki parçayı konuşmaya meraklı taksi şoförlerine ve yaşıt oldukları için sevindikleri restaurantlara armağan ediyorum... hefner'den a better friend sizin için geliyor. rastlantıymış gibi yapalım..

.
"no matter how you brush your teeth, i can still smell the nicotine. "
.

Pazar, Ekim 02, 2005

amin

herkesin annesi böyle değildir sanıyorum. benimkinin en büyük hobilerinden biri güvenlik görevlilerini beslemek. bu işi de genelde bana yaptırır. güvenlik görevlisi, bekçi, bahçıvan.. ben de iyilikten ve incelikten yanayım elbette ama bu işi her gün; hatta gece de yapmamız şart mı? yine böyle bir şey oldu. "lulacım; -elbette burada adımı telaffuz ediyor ama ismimi bir sır gibi sakladığım için söyleyemiyorum size- görevlilere meyve götürür müsün hazırlasam?" "götüremem anne; canım sıkkın, meyveyi bana hazırlasan olmaz mı?" "hadi hadi, üstüne birşey giy gel."."akşam akşam adamları rahatsız etmenin ne alemi var anne ya? hem canları meyve istemiyodur belki.." "çay mı hazırlayayım?"... gördüğünüz üzere pes etmez annem. illa ki yedirecek, ısrarkeş. "peki peki" dedim. benimse pes etmek doğamda var. gittim. "bunu annem yolladı" dedim. "bir maniniz yoksa yiyiverin" de diyecektim vazgeçtim. teşekkür edip, geçen gece getirdiğim tabağı iade ettiler. aldım tabağı; turgut uyar'ın şimdi hatırlamadığım isimdeki şiirindeki gibi yürüdüm. eve geldim. ıhlamurum soğumuş izlediğim şey her neydi ise bitmişti. ama vazife kutsaldı. o yüzden canımı sıkmadım. izlediğim şeyin ne olduğunu hatırlayıp bittiğine sevindim zira canımı sıkmada yardımcı roldeydi. umutsuz ev kadınları mıydı neydi? rastladığım kısmında içlerinde en güzel olan kızıl kadın, eteğini giymeyi unutmuş olan sarışına "ben kocamı aldatmıyorum, böyle bir şey düşünmeyesin" uyarısında bulunuyordu. "sadece onunla hayallerimi ve en özel düşüncelerimi paylaşıyorum" diyordu. sarışın olan da kendinden beklenmeyecek bir zeka parıltısıyla; "bu da aldatmak sayılmaz mı?" gibi bir şey diyordu. kızıl da aynen benim gibi şaşırmış ve hak vermiş şekilde ayrılıyordu yanından kadının. evet sanırım canımı sıkan umutsuz dedikleri ev hanımlarının umuttan ne anladığı ya da anlamdığıydı. hele kocasının iş arkadaşını tehdit olarak görene ne demeliydi? işte o hakkaten umutsuzdu. ağladı ağlayacak, uzun uzun sevilmek isteyen ama kocasını baştan çıkarması neredeyse imkansız hale gelmiş, kocasının ona ilgisi ise karneye bağlanmış olan.. ona biraz acıdım, yalan yok. o da bana acırdı görseydi. elimde koca bir fincan ıhlamur, hırkama gömülmüş, eşofmanımı çorabımın içine sokmuş.. üşümek bende ruhsal bir çöküntüden meydana geliyor. yazın da tir tir titremiş biri olduğumdan, bu böyle. her neyse. umutsuzdum sanki ve hatta kızıl bile değildim, daha bile umutusuzdum bu sebeple. hiç de kızıl olamayacaktım. avrupa birliğine girsek bile benim yüzümde çiller olmayacaktı. hangi kızıla boyasam saçlarımı çilsiz ve sahte olacaktım. böyle düşüncelerle camdan baktım, "yiyorlar mı acaba götürdüğüm meyveleri?" diye düşünerek.. ve adamın, görevlilerden birinin kekeme olduğunu hatırladım. ilgisizliğim bu ayrıntıyı ancak şimdi hatırlamama olanak verdiği için, teşekkür ederken kekelediğini, biraz buruk, biraz da ben kendim daha burkulmuş biriyim düşüncesiyle hatırladım. onun adına sevindim. güç ve kuvvet ve uyanıklık diledim onun için Allah'tan.

amin.