Salı, Ekim 09, 2007

even though i know


[even though i know everything i need to know about you
you still hideaway]

Cuma, Ekim 05, 2007

b planı

tuttum onu. çelimsiz bileklerinden tutup ittim. git buradan. zayıf, güçsüz kollarını tutup hırpaladım onu. gözlerine bakmamaya çalışarak. bakmamalıyım. olur da ağlarsa ya da umulmadık mahzun bir ifade yerleşirse gözlerine her şey unufak olur. bir kurabiye gibi. bir kavgada, ki neredeyse hiç dahil olmam, en korktuğum şey karşımdakinin ağlamasıdır. özür dilerse barışırız, kararlılıkla karşılık verirse kavgaya devam ederiz. ama ya ağlarsa? işte o zaman uygulayabileceğim bir b planı olmaz. "allahım ben ne yaptım?" derim. kendi çelimsiz kollarımı ellerine verir, "al beni, ne yaparsan yap" derim. ne yaparsa yapsın sakinleşmeyen insanlardan nefret ederim. öfkem genellikle 3 dakika sürer. sonra salonun ışıkları yanar, herkes yanındaki yabancıya "ağlamış mı" diye bakar. ağlamışsa bir "oh" çeker. yalnızlıktan en çok korkan hayvan insandır.

Cumartesi, Ağustos 04, 2007

dore

tut ki önemli bir parti. 10 yıldır tanıdığın biri. tanımaktan da öte, seviyorsun da o kızı belki. işte o evleniyor. parti üstüne parti veriyor. nişandı, kınaydı, düğündü... senin hepsinde olman gerekiyor. gereklilik ne berbat bir kelime diyorsun ama yine de o dore ayakkabılarını dore çantanla eşleştirip kısacık elbiseni giyiniyorsun. kapıdaki görevli arabayı alıyor. mecburen takındığı bir tebessümle hoşgeldiniz, diyor. mecburen takındığın tebessümle karşılık veriyorsun. minicik elbisenden utandığın için trençkotunu sıkı sıkı tutuyorsun. rüzgarlar en çok etek açmayı sever, diyor içindeki polis. o polisin varlığını düşünüyorsun. olmasaydı nerede olacağını.. ama hemen dağılıyor sonra düşünceler. kapı üstüne kapı.. en sonunda o. sarılamıyorsun bile makyajı bozulacak diye. masaya oturup bitmesini bekliyorsun. aradan onsekizbin fotoğraf, yirmisekizbin merhaba, nasılsın, nasıl gidiyor, napıyorsun geçiyor. havada hep o sıkıntı. ya da sadece senin kafanda. ben bir lavaboya gitsem diye masadan kalkıyorsun. herkes lavaboya gider. herkes çantasıyla gider lavaboya böyle yerlerde. yolun yarısında durup çantanı almak için geri dönüyorsun. herkeste aynı tebessüm. kapıdaki görevlide, masadakilerde, ayaktakilerde, garsonlarda, tabaklarda, bardaklarda, çatallarda, peçetelerde. bir peçete olamaman ne acı istediğinde. lavabolarda hep makyaj tazeleyen kadınlar olur. yeterince lüks tuvaletlerse şayet aynaların önünde oturmak için sandalye olur. yeterince lüks tuvaletlerde herkes yeterince sahte olur. herkesin yüzünde sakladığı her halinden belli onsekizbin duygu olur. herkes herkese sinir olur, herkes herkesin makyajından iğrenir. herkes herkesin yok olmasını diler. herkes olamadığım bir tuvalette hiçkimseyimdir. çantamın içindeki tek makyaj malzememi çıkarmam gerekebilir. o kırmızı ruja uzunca bakıp ne yapacağımı bilemeyebilirim. bazen anlatıcı olarak bütün benleri sen yaptığımın ayrımına varırım. ve bazen, işte bilemediğim bir şeyler beynime doğru yürür. içimde bir şeylerin yürüdüğünü hissederim. kafamdan kılıçlar çıkacakmış gibi. kanlar içinde kalacakmışım gibi. ölürsem makyajsız gidecekmişim gibi. çirkin kadınların güzel makyaj malzemeleri olur. çirkin bile olamam ben bazen. kafamdaki kılıçlarla bir ucubeye benzediğimi görmemek için aynaya bakmam. başımı yasladığım yerden hiç kaldırmam. bir şeylerden kaçayım derken hep kendime varırım. kafamdaki kılıçlara. tuvalette dua edilmez diyen annanemi anımsarım sonra. melekler tuvalete girmez, kapıda bekler. tuvalette korunmasız kalır insan kızım.
hayatla başedemiyorum annane. kafamdaki kılıçlarla başedemiyorum.

Pazar, Temmuz 15, 2007

bazen tepe taklak oluyor her şey. bir tespih böceği gibi.. doğrulamıyorum.

Perşembe, Haziran 28, 2007

usul usul


"biri elime ya da ayağıma makas atmış gibi, usul usul sökülüyorum.
büzüş büzüş.
gelip yeniden örer misin beni?"

haziranın ortaları, nevşehir

Çarşamba, Haziran 06, 2007

smells like teen spirit

geçen gün yazlıkta eski günlüğümü buldum. yenisi olmadığına göre, tek günlüğüm.. biraz utanarak kendimden, biraz da kendime acıyarak, okudum hepsini. o monet tablosuyla kaplı koca defter, (buradan elbette barca'ya en derin selamlarımla) "i hate myself and i want to die" şeklinde özetlenebilir.. şimdi buraya almak tuhaf olacak ama özeti birazcık açmak adına bir örnek..
on yıl önce 7 mayıs.
"kendimle konuşurken yakalıyorum kendimi. 'zavallı' diyorum; üzüldüğüm, acıdığım başkasının hayatıymış gibi. 'zavallı------'. titriyorum. anormal hayatıma normal duruşlar yamalıyorum. provasını yapıyorum 'günaydın'ların, 'iyi akşamlar'ın... komadayım oysa, sürekli.
(...)
birilerine anlatmaya çalışırken kendimi, daha çok nefret ediyorum kendimden... sürekli bir dargınlık içindeyim. kendime darılıyor, yine kendimin affını istiyorum. (başım dönüyor; gözümün önüne deniz geliyor.) olamıyorum! var olamıyorum bir türlü. "neden eskisi gibi değilim?" sorusunu sormamak için kendime çok direniyorum. çünkü her soru cevabından çok daha kötü başka soruları beraberinde getiriyor..
(...)
mutluluktan gece uyurken bile gülen leyla'yı kıskanıyorum. onun gibi olamadığım için yine kendimi suçluyorum..
(...)
dergiden çeşitli kursların telefonlarını, tarihlerini alıp yazıyorum. bir türlü olamıyorum, var olamıyorum! acımıyorum kendime, nefret ediyorum ondan, ben olmadığı için.
'oysa insan istediği kadardı.' "
ah zavallı ben.. biri hemen bana sarılabilir mi?

Pazartesi, Haziran 04, 2007

Cuma, Mayıs 18, 2007

"sana zahmet olmasın"

markette ilerliyoruz, ben, ablam ve ablamın eşi. domates, biber, limon, patlıcan, pringles, kola, bir tane daha kola, ananas suyu, çay, kahve, dondurma, jambon, bonibon, gofret, et... sonra kasada benim içime tuhaf bir huzur doluyor akşam güneşiyle beraber. hayatı basite indirgeme isteği sarıyor sağımı solumu. limon ve domates, biraz da marketle ev arası yürüyüş, biraz da yeğeni parka götürmeler, parkta onu sallamalar... sahil yürüyüşleri de var tabii. sahilde uzun ve rüzgarlı yürüyüşler. şahsen benim parkurum küçük bebek yokuşuyla beşiktaş arasında. yokuşun dik oluşu beni biraz koşar adım ilerletse de tempoyu sahil boyunca sabit tutuyorum. doktor bana bir şey içip içmeyeceğimi soruyor. su, diyorum, biraz soğuk su alabilirim. peki ya türk kahvesi, diyor. severim aslında ama şu an içmek istemiyorum, diyorum. yürüyüş boyunca kendimi hep bir banka oturup boğaza bakmaktan alıkoyuyorum. nedeni meçhul. bir yere yetişecekmişim gibi, seri ve kararlı adımlar atıyorum. doktora, bir bilici istiyorum hayatıma, diyorum. beni anlamadığını biliyorum. anlarmış gibi yapmadığı için seviniyorum. sular gelmeden ağlama, diyor gülümseyerek. yoo, artık ağlamıyorum. balık tutan adamlardan biri diğerine küfür ediyor, ben duymamazlıktan geliyorum. küfre duyarlı yanım utanıyor, diğer yanım zaten yanımda değil. sonra iskelede, vapurun kalkmasından çok az önce, bir kadın başka bir kadına "ne yapsaydım, beni kandırmasına göz mü yumsaydım yani?" diyor. hiçbir kavganın içinde aktif biçimde yer almadığım geliyor aklıma. her hangi bir kavgada ben sadece izleyen olurum. kavga etmeyi ben de bilmezdim eskiden, diyor nar. sonradan öğrenilebildiğine seviniyorum. hayat, diyor, ne tuhaf.. vapurlar filan, diyorum ben, bir soruya herkesten önce parmak kaldırmış çocuk heyecanıyla.. ama tuhaf.. ve belki daha sonra tuğçe, erken sayılmayacak bir saatte uyanıyor.. uyansın, ne var? bana zahmet olmaz, merak etme..

Çarşamba, Mayıs 02, 2007

asuman

adı asumandı. şimdi hatırladım. çokça iri ve mavi gözlü ingilizce hocamın adı asumandı.
ohh, rahatladım.

Salı, Mayıs 01, 2007

Çarşamba, Nisan 25, 2007

please mobilize me

"i guees i hoped to see you soon.."
şimdi ben olduğum yerde sabitim. etrafımdaki her şey mobil. duruyorum. bekliyorum. izliyorum. insanlar geliyor. insanlar gidiyor. arada bana bakıyorlar. su getiriyorlar. nasılsın diyorlar. hep geliyorlar ve gidiyorlar. sıklıkla konuşuyorlar. çoğunlukla anlamıyorum. anladığımdaysa bunun bir rüya olduğunu farkediyorum. geliyorlar, konuşuyorlar ve gidiyorlar. ilgileniyorlar benimle. ben öyle düşünüyorum hiç değilse. tırnakların hiç uzamıyor mu senin? tırnaklarım hiç uzamıyor benim. bana nedense pek bir şey olmuyor. sabitim ve bekliyorum. insanlar geliyor ve konuşuyor ve gidiyor. bir türbe ziyareti gibi bazen. okuyup üflemeler... bazen bir manzaraya karşı gibi. çay içiyorlar, düşünüyorlar. iyi olmamı diliyor gibiler. ama tırnaklarım neden hiç uzamıyor benim? yeterince beklediğimde her şey başa sarıyor. insanlar hiç gelmemiş gibi geliyorlar yine, yine hiç konuşmamış gibi konuşuyor, hiç bakmamış gibi bakıp, beni hiç görmemiş gibi görüyorlar. bakmakla görmek çoğu zaman farklı şeylerdir çünkü. annem yanımdan ayrılınca hafif bir serinlik oluyor. yoo, kötü değil. iyi gibi aksine. ferahlıyorum gibi. kendimi anlatmak çok zor, bunu kimse bilmiyor. geliyor ve gidiyorlar. sabit olduğumu farketmiyor olabilirler mi acaba? sabitim ve bekliyorum. babam, kendi kısa, yankısı uzun süren konuşmalar yapıyor benimle. karar senin diyor hep, karar senin.
karar benim.
onu tekrar görmeyi umuyorum şimdilik.

Cumartesi, Nisan 07, 2007

I have nothing to do with explosions

Tulips

Sylvia Plath

The tulips are too excitable, it is winter here.

Look how white everything is, how quiet, how snowed-in
I am learning peacefulness, lying by myself quietly
As the light lies on these white walls, this bed, these hands.
I am nobody; I have nothing to do with explosions.
I have given my name and my day-clothes up to the nurses
And my history to the anaesthetist and my body to surgeons.
They have propped my head between the pillow and the sheet-cuff
Like an eye between two white lids that will not shut.
Stupid pupil, it has to take everything in.
The nurses pass and pass, they are no trouble,
They pass the way gulls pass inland in their white caps,
Doing things with their hands, one just the same as another,
So it is impossible to tell how many there are.
My body is a pebble to them, they tend it as water
Tends to the pebbles it must run over, smoothing them gently.
They bring me numbness in their bright needles, they bring me sleep.
Now I have lost myself I am sick of baggage -
My patent leather overnight case like a black pillbox,
My husband and child smiling out of the family photo;
Their smiles catch onto my skin, little smiling hooks.
I have let things slip, a thirty-year-old cargo boat
Stubbornly hanging on to my name and address.
They have swabbed me clear of my loving associations.
Scared and bare on the green plastic-pillowed trolley
I watched my teaset, my bureaus of linen, my books
Sink out of sight, and the water went over my head.
I am a nun now, I have never been so pure.
I didn't want any flowers, I only wanted
To lie with my hands turned up and be utterly empty.
How free it is, you have no idea how free -
The peacefulness is so big it dazes you,
And it asks nothing, a name tag, a few trinkets
.
It is what the dead close on, finally; I imagine them
Shutting their mouths on it, like a Communion tablet.
The tulips are too red in the first place, they hurt me.
Even through the gift paper I could hear them breathe
Lightly, through their white swaddlings, like an awful baby.
Their redness talks to my wound, it corresponds.
They are subtle: they seem to float, though they weigh me down,
Upsetting me with their sudden tongues and their colour,
A dozen red lead sinkers round my neck.
Nobody watched me before, now I am watched.
The tulips turn to me, and the window behind me
Where once a day the light slowly widens and slowly thins,
And I see myself, flat, ridiculous, a cut-paper shadow
Between the eye of the sun and the eyes of the tulips,
And I have no face, I have wanted to efface myself.
The vivid tulips eat my oxygen.
Before they came the air was calm enough,

Coming and going, breath by breath, without any fuss.
Then the tulips filled it up like a loud noise.
Now the air snags and eddies round them the way a river
Snags and eddies round a sunken rust-red engine.
They concentrate my attention, that was happy
Playing and resting without committing itself.
The walls, also, seem to be warming themselves.
The tulips should be behind bars like dangerous animals;
They are opening like the mouth of some great African cat,
And I am aware of my heart: it opens and closes
Its bowl of red blooms out of sheer love of me.
The water I taste is warm and salt, like the sea,
And comes from a country far away as health.

Perşembe, Nisan 05, 2007

yorgun hatıra

simdi, tut ki, o uyuyor. saatler dördü yirmi geçiyor. mesela o şimdi, saatten habersiz rüyalar görüyor. beni görüyor misal. bana bir araba çarpacak gibi oluyor. böylesi bir durumda onun yüreği cız ediyor. bana bir hayli kızıyor. uyanınca kızacak bir şey olmadığını fark edip, bir daha sekmesen trafikte, diyor.. sonra belki, yüzünde bulut gibi bir gülümsemeyle, “bambi, my darling, what’s up?” diye mesaj atıyor. elbette gülmeler bulaşıcıdır. bana hemen bulaşıyor. elbette, ne güzel bir kelime diyor. herkes bir zaman, farkında olmadan, bir başkasını anımsatıyor. bir sabah, çantanı hazırlarken misal, andrew bird çalıyor. peşi sıra zihninde geçmiş bir doğum günü canlanıyor. işte, tut ki o doğum gününü tekrar yaşıyorsun. hızlı çekim. uyanmalar, kahve, çay ve pasta ve insanlar ve yalnızlık ve bir film ve tekrar yalnızlık, tekrar insanlar, telefon konuşmaları, tekrar bir dolu ıvır zıvır. çok şükür, hızlı çekim. ama sonra yatağa uzandığını hatırlıyorsun. dünün bugünden ne kadar farklı olduğu dank! ediyor. elbette farklı olacak budala, diyen biri çıkıyor karşına. ne demek istediğini anlatmak zorunda olmak ne sıkıcı. sıkıldığını biliyorum. saatler geçiyor. saatler zamanı var ediyor. ya da tam tersi. ama geçiyor. hem saatler hem zaman, hem dünler, hem bugünler, hem izlenmiş bütün filmler, görülmüş bütün şehirler, bütün insanlar, bütün tanışmalar, bütün hatırlamalar, bütün ne demek istedinler, alolar, efendimler, seni ne çok özledimler, kart postallar, nasılsınlar, idare ederimler, bir bardağı yıkayıp çevirmeler, suyun sızmasını beklemeler, bir hatırayı hatırlamalar, hatırayı hatırlaya hatırlaya yormalar… bütün bunlar geçiyor.
bir şeyin geçmesi bir daha geri gelmeyeceği anlamına gelmez. bütün dünler gerisin geri yarın oluyor.

Perşembe, Mart 29, 2007

onun elleri

elleri var onun, baktıkça başkalaşan. bir gölge oyunu gibi. geniş beyaz bir ev oluyor bazen, dans eden bir çocuk, bulutsuz bir gök, uzanmış yatan bir kedi.. güneş vuruyor bazı sabahlar eline. zaman duruyor gibi oluyor. sonra, gün içersinde elleri geliyor aklıma. ellerime bakıyorum. güneş vursun istiyorum ellerime. vursun; daha vursun, onu andırıncaya kadar.

Pazartesi, Mart 26, 2007

Cuma, Mart 23, 2007

ahize

az evvel çok tuhaf bir şey oldu. evi aradım, telefon açıldı. buraya kadar normal, evet. ama kimse efendim demedi. annemin ve babamın, uzaktan sesleri geldi. annem yemek için bir şeyler rica ediyordu babamdan sanırım. babam da yorgun olduğunu mırıldanıyordu. biraz daha dinleyeyim dedim ama pek bir konuşma olmadı. annem erol evgin'den işte öyle bir şey'i söylemeye, babam da sanırım televizyon izlemeye koyuldu. bense ikisini de çok sevdiğimi ama aynı bu telefon görüşmesi gibi bunu onlara bir türlü belli edemediğimi düşündüm. sonra ahizeyi bıraktım. bunları yazmaya başladım.

Salı, Mart 20, 2007

gidebilir miyiz dersin buradan uzaklara?

hiç kimseye benzemiyorsun demişti. yıllar önceydi. benzemek istiyordum ben oysa. bilemezdi. karşımda gülüyordu, telefonda. muhtemelen benim hiçbir zaman gülemeyeceğim bir şeye. hiç kimseye benzemiyorsun diye yankılandı zihnimde. benzemek istedikçe daha da şapşallaşıyordum. alttan alıyordum kendimi. kusurlarımı görmezden gelip hatalarımı affediyordum. kendimi kaybetmemem gereken bir dost gibi görüp, yaptığım yanlışlara katlanıyordum. yanımdan ayırmıyordum. sevmeye gelince, bir iki adım geri atıyordum. bir iki tokat, sol yanağıma. yüzdüm gece diyordum. okyanustaydık. ben ve esra. yüzüyorduk. onu oraya ben götürmüştüm. sarı bir bikini vardı üzerimde. sarı bana yakışır mıydı anne? bilmiyordu. bana hangi rengin yakıştığını bir türlü bilemiyordu. önemi yoktu sanırım. vardıysa bile kalmadı. sağımdan solumdan geçiyordu insanlar. ben bir haberin ortasına bu cümleleri iliştiriyordum. sonra onları teker teker koyduğum yerden alıp masama yapıştırıyordum. kelimeler uçuşuyordu masamda. sevim burak olamadım hiç ama. bu haber akşama bitecek, değil mi, dedi editörüm. sevgi sekiz bininci kez arayıp nisan bir, dedi. içimden keşke ezbere bildiğim bir tekerleme olsaydı, dedim. dışımda zaten müzik çalıyordu. dışımdaki müziği de bir tek ben duyuyordum. duyuyor musun anne? bana hangi rengin yakıştığını kimse bilmiyor. nar okyanusun iyi bir şey olduğunu söylüyor. iyi bir şey olduğunu biliyorum. daha önce hiç okyanusa gitmemiş bedenimin rüyalarda okyanus okyanus gezmesini de allah’ın benim gibi bir kulunu sevindirmek istemesine bağlıyorum. anneme sarı bana yakışır mı diyorum.. ne önemi var diyor. yok, diyorum. bir önemi yok. iki desen doğuştan asal. üç müç durum güç. dört deyince üstümü ört. beşte ne oluyor bir fikrim yok ama altıda gidelim mi buradan?

Cumartesi, Mart 10, 2007

Salı, Mart 06, 2007

goodbye ruby tuesday

bütün perşembeler uzun ve bütün salılar perşembeye benziyor.

Pazar, Şubat 25, 2007

şerit

taksi aniden şerit değiştiriyor. aniden şerit değiştiren şoförlerden hoşlanmıyorum. adam sinirli sinirli homurdanıyor, selektör yapmıştım, o zaman el etmediniz, sizi geçince durduruyorsunuz.. görmedim sizi. görmüyorum bazen. gözlerim bozuk değil aslen. bazen ama göremiyorum. ne önümü ne arkamı ne sağımı ne solumu. şoförün bu durumdan haberi yok. ne tarafa diyor. etiler diyorum. etilerin dünyanın öbür ucunda olması için dua ediyorum. işe yaramıyor. her zamanki yerinde bekliyor. her zamankinden daha dar caddesiyle. her şey darlaşıyor. ya da ben genişliyorum durmaksızın. elim diğer elime büyük geliyor. cebime büyük geliyor. başıma büyük geliyor. elimi diğer elime tutuşturamıyorum. kafamı kaşıyamıyorum. cebime sokamıyorum. elimde kalıyor. ne yapacağımı bilemiyorum. ne yapacağımı bilemediğimde hep gözüm doluyor. acınası olmak istemiyorum. gözü dolan insanlar acınası değildir diyorum. camdan bakıyorum. başka taksilerde başka mutsuz kadınlar görüyorum. cumartesileri severdim ben ama diyorum. başka taksilerdeki başka mutsuz kadınlar iç çekip, cumartesiler de pazarlar gibidir diyor hep bir ağızdan. rujlu dudaklarından iğreniyorum. samimiyetsiz kelimelerini tekrar ağızlarına sokmak istiyorum. manikür ister misiniz diyor. muş. birkaç kez tekrarlamış. saç kurutma makinesini kapatan diğeri, pınar soruyor, manikür ister misiniz diye, diyor. dudak büküyorum. çok iyi gelecek size diyor pınar. manikür neye iyi gelebilir ki diyorum. pınar çoktan malzemeleriyle yanımda belirmiş oluyor. bakım da yapayım mı diyor. hayır diyecek hal yokmuş gibi bende, ne dese olur diyorum. dediklerinin yarısını zaten duymuyorum. dudakları oynuyor bazen bana bakıp. herhalde bir şey diyor diyorum. hmm hmm diyorum. olur diyorum. olur mu? diye yineliyor. kırmızı oje mi süreyim yoksa bordo mu diyor. bilmiyorum pınar. canım burnumda. canım burnumda. canım burnumda. ojelerinin hepsi benim için aynı. kırmızı da mor da. aniden şerit değiştiren arabaları sevmiyorum pınar. aniden üstüme sürme arabayı. yavaş yavaş yap. alıştırarak. sonra dilersen kırmızı, dilemezsen bordo oje sür tırnaklarıma. tırnaklarım sökülüyor gibi oluyor duygu. sökülüyormuş gibi. selektör yaptım görmedin mi diyor. görmedim diyorum. görmedim pınar. kör değilim. inan değilim pınar. ama yalvarırım yüzüme bakıp gülümseme. yalvarırım. daha az nefret etmek zorunda kalma benden. nemrut ve sevimsizim. bana hiçbir manikürün iyi gelmeyeceğini sen de biliyorsun. kızının matemik dersindeki hatasını ben telafi edemem. sınıf öğretmenliği okuduğumu ne zaman öğrendin? acizim pınar. adaletiyle değil merhametiyle muamele eden allaha sığınıyorum. aniden şerit değiştirdiği için şoföre kızmıyorum. aynadan bakıyor, dudak bükecek miyim, onu hor görecek miyim diye. ama pınar ben çok acizim. yaptığın manikür acziyetimi yüzüme vuruyor. tırnaklarım boyalıyken daha soluk duruyor ellerim..

Cumartesi, Şubat 24, 2007

فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

elem neşrahleke sadrak. ve veda’ne anke vizrak. ellezi enkada zahrak. verafa’na leke zikrak. fe inneme’al-usri yüsrâ, inne me’al-usri yüsrâ, fe iza ferağte fensab. ve ila rabbike ferğab.

Cuma, Şubat 16, 2007

Perşembe, Şubat 15, 2007

kuyu II

"kem göz olurum tenine, sen mor gelinlik bul."

Çarşamba, Şubat 14, 2007

god save the colonel

ipodum manic street preachers hastası. devamlı manics seçiyor benim için.. ben de sayesinde ergenliğime geri döndüm. bağıra çağıra, "i wanna be your only possession" diyerek eşlik ediyorum. o dediğin ofiste nasıl oluyor diye soran olursa, hmm, olur mu? cevap vermiyorum... albay aradı az evvel. konuşmak istemediğim için o adamla sevinç'e açtırdım telefonu. lula çok önemli bir toplantıda dedi sevinç. sevgililer günü için aramış. "sevgililer gününüz kutlu olsun hepinizin" demiş. güldüm ben niyeyse. kart zampara diyeceğim ayıp olacak. yok onun dediği gibi "türbe falan gezse ya bu adam" diyeceğim yine olmayacak... güldüm ben işte.. sevinç pek gülmedi, lafı yarım kalmış, eşinin sevgililer gününü kutla, diye azarlayacakmış albayı aslında, ama telefon kapanmış. içimden olmaması için dua etsem de, sevinç'e, üzülme bir dahaki sefere kızarsın artık, dedim..

Pazar, Şubat 11, 2007

muayyen

sözün tam burasında biterdim. söz olsaydım şayet. ne olduğumu bilemediğimde ne olamayacağımı da bilemiyorum haliyle. ellerim çok sık kuruyor. kurduğum cümlelerin başı sonuna uymuyor. nasıl oluyor bilmiyorum ama ipod nerede ağlak şarkı varsa bulup önüme koyuyor. word, ağlak diye bir kelime yoktur türkçede diyor. oysa word diye bir kelime var, öyle mi? edepsiz! canım six feet under’ı izlemek istemiyor. az çok tahmin ediyorum. tahmin ettiğim şeyleri seyretmeyi sevmiyorum. huysuzluk yapıyorum, biliyorum. hamdolsun, kafam sizinki kadar çalışıyor. huysuzluk yapıyorum. yapıyorum çünkü kendimle ne yapacağımı bilemiyorum. ne zaman yalnızlasam en çok huysuzluk yapıyorum. sonra kahve. sonra fal. sonra varsa uyku. yoksa yine huysuzluk, yine uykusuzluk, yine yalnızlık, yine fal, yine kahve... yalnızlamak da yokmuş türkçede. bill gates benden daha iyi biliyor türkçeyi, di mi? serseri!

Perşembe, Şubat 08, 2007

gündelikçi lula

- sevgi, annem odamı ve çekmecelerimi toplamam karşılığında 100 YTL teklif etti. nasıl?
- a a, süper.. ben toplayabilir miyim lula?
- hem de "bilirsin lula, ben nakit çalışırım" dedi..
- harika lula, kendi evine gündeliğe gitmişsin gibi..
- ...

Salı, Şubat 06, 2007

Cumartesi, Şubat 03, 2007

a song for someone

yazacak çok şey var. devamlı birikiyorlar. ablam evlendi misal. bunu anlatmam gerek. başka şeyler de anlatmam gerek. gerekliliğin olmadığını da anlatmalıyım mesela. -meli, -malı da yok. ne var peki? fonda homesick var. içerde topladığım mutfak var. setin üzerinde annemin o çok sevdiği şebboylardan var. masanın üzerinde afrika papatyaları.. çiçekleri seven annem var. şimdi babamla birlikte dışarı çıktılar. leyla var sonra. arada saçma sapan kızıp saçma sapan şımaran. ama şimdi hepsinden mühim ablam var. evlenip prag'a giden. bana oradan kart atacağına söz veren. sıcak bir yerlere gitseydiniz keşke.. tunus'a felan.. evet, sıcak bir yerler var. orada, burada, şurada. anıl var. deniz kızı. onun içten tavırları var. 12:12 var. aşk var. aşık olunca saçmalamak var. senkronize adımlar var. sigaradan kurtulmak için en yakın sağlık ocağına koşmak var. uyku var. rüya var. rüyada karın yağdığını görmek var. rüyalarda üşümek bile var. cihangir camii var. onun denize bakan ön cephesi var. ön cepheler var hep. figen var. figenin kedisi var. tıknaz ve sevimli. boynunda çıngırağı var. istediğinde girip istediğinde çıktığı bahçesi var. balkon var. balkonda kahvaltı etmek var. figenin çalışma odası var. sigara içilen. perdesiz. mutfağı var. kombisiz. kings of convenience var. repeat var. a song for someone who needs somewhere to long for homesick because i no longer know where home is..

Pazartesi, Ocak 29, 2007

şapka

adımdaki şapka yerli yersiz uçuyor. rüzgârlı havalarda yanına alma, diyor annem.

Cuma, Ocak 26, 2007

my neck hurts

‘cause i’ve been cutting moons

Perşembe, Ocak 25, 2007

gökyüzü

tuttum onu. çatısı olduğu halde spor yapmamış kolundan. eski evimin sokağına önce. biraz yürüdükten sonra yonca apartmanı. burada büyüdüm dedim. burada büyümene çok sevindim dedi. bahçeyi sevdi sanırım. bahçe katında büyümemi. çocukluk fotoğraflarım var onun hiç görmediği. o bahçede çekilmiş. saçlarım yine böyle. koşarken. karpuz kollu elbiseler içinde. annem pek pantolon giydirmezdi bize. elbiselerle büyüdük. ben ve diğer kız kardeşlerim işte. sonra ilkokuluma götürdüm. okulun bahçesine. ökkeş amca'dan çubuk kraker aldığımız köşeye. ökkeş amca'nın sattığı çubukların mikroplu olduğunu hangi öğretmen yutturmuştu bize? çocukluğuma ilişkin başka şeyler de vardı tabii. onları anlatmakta da gecikmedim. bükeyi, büke'nin bana doğum günümde aldığı hediyeyi. sonra o doğum günümü. tamamen benim uydurduğum.. çocukluk dedim, gökyüzü gibi bir şey. hep başımızın üstünde. hmm?

Çarşamba, Ocak 10, 2007