Perşembe, Aralık 28, 2006

fil

ne diyordum, dedim, epeydir bir şey demiyordun, dedi günlük. hayatıma makas atılmış gibi oluyor bazen. aniden çark ediyor bir şeyler. solsam sağa, sağsam sola.. yukardaysam daha yukarıya, aşağıdaysam çapraza. sahi fil nasıl ilerliyordu satrançta? babamı artiz, beni de bekar tiyatroculara döndüren gazete, bir perşembe günü daha yapacağını yapıyor bana. ah lula, ne bu cümleler böyle. silkelen, kendine gel. sevgi neydi? emek miydi? hah, evet, oradan alalım.. iç sesler yazına hakim olmaya çalışırsa bir süre bekle, der annem hep. öyle yapıyorum ben de. onlar gidene dek size bir şeyler anlatayım istiyorum. mesela; mmm, çarpım tablosunu ezbere biliyorum ben artık.. nasıl ama..
21:30
ağlamamak istiyorum aslında ama nasıl oluyor.. biri bir şey demiş gibiyim. kötü bir şey. ama aslında kimse bir şey demiyor, kötü bir şey.. gece mesaisinde kim eleni karaindrou dinliyor? ağlayan çayır falan diyor sevinç bazen. ağlamaklı değilim ben aslen. hep, herkesten çok güldüğümü söylerler. nicelik ve nitelik olarak.. kahkahamı herkesler bilir ve bana kahkaha attırmak hendekten deve atlatmak kadar zor bir şey değildir. canım sıkkın ama bugün. cümlelerim devrik ve sağ işaret parmağımdaki yara iyileşmiyor. hani hemen iyileşiyordum, masrafsızdım ben? beni benden başkası kandırmıyor zaten..

Gömmeden önce biraz gezdirin beni

Cumartesi, Aralık 23, 2006

Cuma, Aralık 08, 2006

o kim?

telefon çalar. zzzzZZZZrrr
- ah naber?
- iyilik senden?
- gastedeyim işte hâlâ, çok sıkılıyorum. senin nasıl gidiyor okul?
- eh, sınavlara giriyorum işte..
- hayat nasıl gidiyor peki?
- o kim tanımıyorum..

Salı, Aralık 05, 2006

sevgi

ve sevgi çıldırdı..

Cumartesi, Aralık 02, 2006

tokat

bu sabah metroda tuhaf bir şey oldu. ben oturuyordum, yanımdaki kadın ve ufak çocuğu da durakta inmek için ayağa kalktı. ani frenle sarsılınca çocuk, yere düşmesin diye tuttum onu. dengesini sağlayınca bana tokat attı. gülümseyip diğer yanağımı uzattım. o bir şey anlamadı, annesi de sanırım. yine de çocuğu adına özür diledi kadın. önemli değil dedim, yine, gülümseyerek...

Çarşamba, Kasım 29, 2006

Cuma, Kasım 24, 2006

nar

"Kasım gelince aralık da geliyor, bu kötü.
Ama mesela saat 5 olunca 6 da oluyor, buna bayılıyorum."
nar
(benden başkası nar demiyor ona. ama ona nar kadar yakışan başka bir isim bulamadım ben.)

Salı, Kasım 21, 2006

teşekkürler

"ben giyilmesi zor giysiler giyerim benim vaktim var
desen ne çıkar

...."

Cuma, Kasım 10, 2006

Cumartesi, Kasım 04, 2006

Çarşamba, Kasım 01, 2006

sick child

uyum

morun yeşile yakıştığı kadar yakışmak istiyorum kendime.

unufak

'sendrom' yerine 'hastalık tablosu' yazmamı öneriyor word, sevgili günlük. ağlamak istedikçe ağlıyorum. ben bugün bütün çarşambalardan daha yalnızım.

back in coma

günlerden çarşamba. en çok çarşambaları severdim ben eskiden, ama bunu daha önce demiştim, biliyorum. demediğim bir şeyi demeyi beceremiyorum çoğu zaman. bu sabah anneme de daha önce dediklerimi diyecektim. sustum. o da hep dediklerini yineliyor. bu sabah da susmadı, ne dediyse evvelden, tekrar etti. yolda ablamla konuştum. aşığım dedi. ben anlamsız bir kahkaha attım. bilmiyorum sevgili günlük, yeminlen bilmiyorum. âşık olamayacak kadar elden ayaktan kesildim. öptüm onu. yapma böyle dedi. nasıl yapmayayım dedim. dalga gibi işte, dedi. ne dalgası dedim. seviniyorum dedim. içimizden birinin aşık olması ne kadar güzel dedim. üç dakka durma dedim. bir şey yap dedim. yürüyorsan koş, oturuyorsan kalk, kalkmışsan takla at, elini kolunu salla, bir yabancıya selam ver, bir tanıdıktan selam al. susuyorsan konuş, konuşuyorsan sus. güleceksen kahkaha at, gülmeyeceksen git yat uyu. içimden dedim bunları. dışımdan marion dinledim. comeback. yağmur yağmaya devam etti. anorağımı giymek için vakitlerden erkendi, sıcak sıcak yaslandım cama. macar eziyeti bunlar dedim yanımdaki yabancıya. duymuyorum dedi. nasıl olur dedim, kulağında kulaklık olan benim. ben de ona şaşıyorum ya zaten dedi. iyi o zaman, bir dahaki sefer siz takın kulaklığı dedim, ama marion dinleyemezsiniz. niyeymiş o dedi. bilmem, âşık gibisiniz dedim. ablanızla karıştırıyorsunuz dedi, âşık olan o. benziyorsunuz ama profilden dedim, onun çenesi de aynı sizinki gibi. çenem düşük mü benim, dedi. ebru çapa mı okuyorsunuz siz dedim, ölmedi mi o hâlâ? yaşıyor sanırım, giderek kilo alıyor ama. geçelim dedim. olur dedi.

Cuma, Ekim 27, 2006

annem diyor ki

"bekâr tiyatrocular gibi sefil bir hayat yaşamanızı istemiyorum."

Perşembe, Ekim 26, 2006

yol

gölbaşı. ankara vilayetler evi. sahralar möble. ulaşan hotel. my garden. maç tarımsal sanayii. kulu 83. konya 230. bala. kırşehir. d-260. bala 37. kırlangıç. bir bulut önümüzü kesti. kaleboğaz evleri. radar))) satılık bahçe. yazıt matbaa. nico. these days. adaklık koyun bulunur. sollama yasal. kavak ağaçları. inek çıkabilir. beynam. 112. beynam köyü dayanışma derneği. bala 29. kırşehir 150. kaygan zemin. tek yön. bala 19. kırşehir 140. leylâ’nın saçları. iftara kaç dakka kaldı? kapat o camı. 06 be 591. eryıldırım yem sanayi. koyunlar. bala 9. kırşehir 130. civanım kuruyemiş. bala lisesi. 06 c 5862. düğünlere gezilere gidilir. bunun bir rüya olduğunu hemen anladım, çünkü annen beni asla evine almazdı. uyku. düşünceli çoban. büyük boyalık. karakeçili 5. kırşehir 100. acıktım. tutku? otogaz 20 m. karadeniz yağ 10 ytl. sanırım kaybolduk. karaahmetli belediyesi. kesin kaybolduk. leylâ’nın uykusu. güzel uyku. uyu.

Perşembe, Ekim 19, 2006

post-it

"iyiysen yanında ıslık çalıyor, kötüysen elimi başının üstüne koyup gözlerimi kapıyorum."

Çarşamba, Ekim 18, 2006

today she took a train to the west

filmlerde olur bazen. kadın alelacele toplanır. öyle gitmek istiyorum. tam şimdi, tam burdan. hiç adamakıllı kaçmışlığım yok evden. ama adamakıllı delirmişliğim çok. süt beyazı boynumdan akacakmış gözyaşları.
yalancı.

Cumartesi, Ekim 14, 2006

yol burada ikiye ayrılıyor.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

gönül

kotum yıkanmış. bir yandan içine sığmaya çalışıyor bir yanda da dün akşam e.nin masada söylediklerini düşünüyordum. annem geçerken uğrayıp, 'o pantolonun içine sığmak için sarfettiğin çabanın yarısını odanı toplamak için harcasan ya' dedi. anneme 'yıkanınca daralıyor' diyecek, içimden de de e.nin cümlesini tekrar edecektim. ne olduysa işler şaştı. anneme "gönlü yoktur" dedim, içimden de "yıkanınca böyle oluyor napim.." annem şaşkın şaşkın baktı. durumu düzeltmeye çalışmadım. trençkotumu elime aldım. fonda hala billy bragg çalıyordu.

Pazartesi, Ekim 09, 2006

hafifletici nedenler

"lula: o hikayeyi bulayım mı şimdi zeze, hmm? ağlar mıyız yoksa?
zeze: ağlarız"
"çünkü venüs yay burcundaydı.

çünkü sen bana gülmüştün, yıldızlara inanıyorum diye. umut bağlıyorum diye.

çünkü ağlıyordu, nasıl ağlıyordu bilemezsin.

çünkü öyle zamanlarda küçük yüzü öyle çirkin ve ateşli, burnu öyle sümüklü, gözleri öyle kızarık görünüyordu ki.

çünkü bu yönü annesindendi, senden değil. çünkü onu böyle bir utançtan kurtarmak istedim.

çünkü seni hatırlatıyordu, baba demeyi biliyordu.

çünkü televizyonda birini gösterip soruyordu, baba?

çünkü bu yaz bitmek bilmiyordu, hiç yağmur yağmıyordu. geceleri şimşekler çakıyor, gök gürlemiyordu.
....
çünkü geçen pazartesi çamaşır makinesi bozuldu, müthiş bir gümbürtü duydum, ödüm patladı, deterjanlı kirli sular bir türlü boşalmıyordu. çünkü tepedeki lambanın ışığında beni elimde ıslak çarşaflarla ne yapacağım şimdi? ne yapacağım? diye ağlarken gördü.

çünkü bana verdikleri uyku hapları unla tebeşir tozundan yapılmaydı, bundan eminim.

çünkü seni gözlerinin mum alevi gibi gezindiği o ilk anda senin beni sevdiğinden çok sevdim.

çünkü bunu daha bilmiyordum; evet biliyordum ama düşünmemeye çalışıyordum.

çünkü bunda utanılacak bir şey olduğunu seziyordum. beni yeterince sevmeyeceğini bile bile seni sevmekte.

çünkü iş başvurularıma yazım hataları yüzünden gülüyor, ben çıkar çıkmaz yırtıp atıyorlar.

çünkü niteliklerimi sıralayınca bana inanmayacaklar.



çünkü ben onun anne olmasını istemedim, o güçlü baba olmasını istedim.

çünkü elimdeki bu havlu bunun nasıl olması gerektiğine karar verdiğimde de elimdeydi.

çünkü çekler bana avukatının bürosundan geliyordu, senden değil.

çünkü zarfları parmaklarım titreyerek gözlerimde ümit dolu bir bakışla açarken kendimi kendi gözümde öyle alçalmış görüyordum ki her keresinde.

çünkü o bu utancın tanığıydı, görüyordu.

çünkü daha iki yaşında bunları anlayamayacağını düşünüyordum. çünkü yine de anlıyordu.

çünkü doğum tarihi bir işaretti, balık burcunun tam ortasıydı.

çünkü belli yönlerden babasıydı, gözlerdeki beni delip geçen, beni alaya alan o bilge bakış.

çünkü bir gün o da senin güldüğün gibi gülecekti.



çünkü altı gündür çok kanamam var, üç dört gün daha süreceğe benziyor. çünkü tuvalette ellerim titreyerek tuvalet kağıdından tamponlarla kanı durdurmaya çalışırken hiç kanaması olmayan seni düşünüyorum.

çünkü ben gururlu bir kadınım, senin yardımına gereksinim duymuyorum.

çünkü ben iyi bir anne değilim. çünkü ben çok yorgunum.

çünkü gün boyunca toprağı kazan ağaçları kesen makinelerin gece boyunca da böceklerin sesi işkence gibi geliyor.

çünkü uyku yok.

çünkü son aylarda benimle yatıyor olsaydı rahat uyuyacaktı.

çünkü inlemişti, anne!- anne yapma! diye.

çünkü hiç nedensiz benden korkmuştu.



çünkü hiç direnmedi. direnmeye kalktığındaysa çok geçti.

çünkü ellerim yanmasın diye plastik eldiven takmıştım. çünkü telaşlanmamam gerektiğini biliyordum ve telaşlanmadım.

çünkü onu seviyordum. çünkü sevgi çok acı verir.

çünkü sana bunları anlatmak istedim. işte hepsi bu."

Cumartesi, Ekim 07, 2006

Çarşamba, Ekim 04, 2006

apologies to the queen mary

hava 28 derece. yollar açık. erken geldim işe. wolf parade dinliyorum. bugün güzel geçecek gibi bir his var içimde. o imrendiğim adam dolanıyor buralarda. ona imrendiğimden haberi yok. ama bugün daha az özeniyorum ona. perşembeleri artıyor o istek. neyse.. geçiyoruz. sıradaki parça o imrendiğim amcaya gelsin. fancy claps diyor oypod. hayrolsun..

Pazartesi, Ekim 02, 2006

banal

dün...
erkol barış türkiye’deki blogların günlükten ibaret olduğunu söylemiş. yoo hayır bununla ilgili konuşmayacağım. şaşırtmak istedim sanki sizi. ben bile emin değilim kendimden. ama öyle yazıları sevmiyorum: şu bunun hakkında şöyle demiş, halbuki öyle değil, buyurun delillerim ve hatta gerekirse delilerim var. sevmiyorum işte. kim ne derse desin. türkiye’deki bloglar neden bahsetsin isterdiniz barış bey?
nihat genç’i izledim sabah. maymunların nasıl seviştiği konusunda hararetli bir konuşma yaptı. çok agresif, çok komplo teorisyeni. belki buna farkındalık diyecek bazılarımız, buyurun deyin. ama ben her şeyde art niyet arayan insanlarda art niyet arıyorum. elif şafak’ı ben de sevmiyorum, amenna. ama onun üzerinden bütün milletin hunhar bir komplonun eşiğinde olduğunu sanmak, bunu maymunların düzüşmesiyle anlatmak… bilemiyorum. hele de duygu sömürüsü yapmak; senin gibi dimdik duran bir erkeğe hiç yakışmıyor ağabeycim. neyse..
geçen, hani şu yağmurun istanbul’a amazonlardan bir esinti taşıdığı gün, sevgiyle erken çıktık gazeteden. çünkü bilgisaraylar çökmüştü. taksimde iftar yapalım dedi sevgi, ama taksime gidene dek sırılsıklam olduk. metrodan inmiştik, caddenin karşısına geçinceye dek olan oldu. annem aradı, taksiye atlayın buyurdu. fena halde trafik vardı, şoför ezan okununca inip su almayı teklif etti. yolda birkaç kez daha durduk. sonra sevgi gece bende kaldı. ama ben öyle berbat bir ev sahibiydim ki, kızla konuşurken yanında uyuyakalmış, gözümü açtığımda da sevgi’yi kendi yerini kendi açmış şekilde buldum. neyse ki, bozulmuyor böyle şeylere. sonra da sevgilisiyle çetleşti sevgi. müdahalede bulundum diye de kızdı sanırım. e ama silah zoruyla yazdırmadım sana sevgi.

sevgili: her zaman güzel yerlere mi gitmek gerek sevgiliyle?
sevgi: evet
sevgili: ama sevgilinin yanı zaten en güzel yer :)

sevgi: lulaaa, ne dicem?
ben: ne o öyle? çok banalsın de.

sevgi sevgiliye: çok banalsın.

sonra sohbet kesildi bir yerde. sevgi bunun biraz benim suçum olduğunu söyledi. kabalık etmiş banalsın diyerek. o da 14’lük ergen romantizmi yapmasın sana sevgi.. neyse, geçelim..
geçmişken gidelim.

Perşembe, Eylül 28, 2006

152

babamın karşısındaki koltuğa oturup ağlamak istiyorum. hiç durmadan ne kadar ağlayabilirim görsün istiyorum. beni incitirse inci inci dökülür göz yaşlarım, bilsin istiyorum. ondan olduğum halde bana yabancı durduğunu hissetsin istiyorum. istiyorum ki, bana baktığında... üff. susmak istiyorum.

verily

burda bir orta yaşlı amca var. belki abidir, ama ben amca demeye meyyalim. bu sabah ona çok özendim. belki yarın geçer. (1o:52)

mükremin'le sabah keyfi

mükremin’le oynaşıyorduk sabah. daha doğrusu benim kendisine bir yakınlığım olmadı ilk etapta. son etapta ise aldım babayı, tabiri caizse zekeriya hocam. şöyle oldu: leyla beni yatağından kovdu, bir daha benim yatağımda sızma dedi, ben de sinirle kendi yatağıma yollandım, sonra da uyanamadım. böylece işe geç kaldım. babam ben bırakırım dedi. aşağı indim, kapının önüne. baktım mükremin uzaktan kırıtarak geliyor, belli ki canı oyun istiyor.. ben de pek ses etmedim. başladı beni baştan çıkarmaya. ayağıma ayağıma sürtünüyor namussuz. ben git dedikçe yanaşıyor. bak mükremin sevip okşayamam şimdi seni diyorum, dinlemiyor. baktım vazgeçmiyor, birkaç manevrayla gönlünü alayım dedim. iki sağ bir sol yaptım ayağımla. o da neşeden yarılarak oynuyordu, ama ne olduysa leyla'nın camdan bana seslenmesiyle oldu. ne var diye başımı kaldırınca mükremin ayağıma, can acıtmayan ama iç burkan bir hamleyle karşılık verdi. işte böyle oldu sevgili okurum. sonra bütün gün o çorapla dolandım. giderek büyüdü kaçığı.. pek belli olmuyor sanıyordum ama sevgi yine yapacağını yaptı ve "niye çıkarıp atmıyorsun şunu?" demeyi başardı. böyle anlaşıyoruz biz sevgiyle.. hafif yollu kızarak birbirimize..

Cumartesi, Eylül 23, 2006

48

saçımı nasıl kestireyim diye sordum nara: "uçlarından mı aldırayım biraz, yoksa sadece uçları mı kalsın başımda?" nar gayet makûl, "hem açık, hem toplu kullanabil" dedi. canı sıkılınca soluğu berberde alan kadınlardan değilim, saçım hiç yeşermedi benim. o çok sevdiğim kızıla bile hiç boyatmadım saçımı. yani bugün tepem attı diye aniden gitmedim kuaföre, onu demek istiyorum sabahtan beri. leyla iki üç gündür gidelim diyordu o yüzden. neyse, konuyu dağıtan toplar, bulaşıkları da makineye dizer. geldim kuaföre, kestirmek istiyorum ama boyu konusunda kararsızım dedim. o da her zamanki gibi saçıma uzun uzun baktıktan sonra "sadece kırıkları alalım" dedi. hep bunu diyor. benim gibi saçı olmasını isteyen ne çok kadın varmış, bir bilseymişim... saçıma bir bakım kürü falan da uyguladı sağolsun. adam olmaz bunlar dedim ama dinlemedi. herneyse, ne diyordum, evet, kuaföre ne kadar sık giderse o kadar az depresyona girer bence bir kadın. ben mesela hiç aklımda yokken kendimi bakım kürü, manikür, pedikür içinde buldum. elim sudaykan kadın sordu, "küt mü olsun?" "bilmem... epeydir ilgilenmiyorum kendimle.. nasıl isterseniz öyle olsun". "ama çok güzelsiniz" ne demek istedi bilemedim ama üstlemedim de anlamak için fazla. herkese aynı şeyi söylediğini bildim zira. hiç bakmasam bile kendime güzelim, ama yine de haftada üç kez kuaföre gelmeliyim, değil mi? bunu demek istemediniz mi bayan? evet, evet, gördüm sizin saçınız da kıvırcık, ama benimkiler daha alımlı öyle değil mi? kadınlar sıraya giriyorlar saçlarını benimki gibi yapabilmek için... ne? kızıl mı? elbette, neden yakışmasın ki bana? yok kaşlarım komik durmaz, biraz boya oraya da sürülür nasılsa. niye olmasın ki, hem öyle orta yaş kızılı değil o, soğan kabuğu renginde. ve çillerim olmasına da gerek yok. tabii tabii emin olabilirim. neden yarın gelmiyorum mesela? gerekirse açılır dükkan. öyle 15 günde bir gelmeme de gerek yok dip boyası için. kim söylediyse uydurmuş olmalı bana. tabii, saçımın sağlığı güzelliğinden daha önemli. sahi bayan, siz hiç bilebilir miydiniz ki, ben bu saça moser dayadığımda sizden boyca kısa ve fakat ruhça acımasızdım da. ama geçelim bunları değil mi? geçelim ve hiiç dönmeyelim. yok ben sigara içmiyorum ama varsa çay alayım mı? olur, biskrem de olur yanında. ne renk mi oje olsun ellerimde? ayaklarımdakiyle aynı mümkünse. evet, ondan, 48 işte.

oh be!

sussususususususususususussususususuusus. biri benim yerime ana avrat düz gidebilir mi?

Perşembe, Eylül 21, 2006

eksik etek

"evet madam,
deliyim ben,
yüreğini 4. harekete
ayarlamış bir serseri
ani iniş çıkışlar yapan bir uçak
cezbeye düşmüş bir meczup
size yaklaşmaya çalışan bir dilenci
günahlarını affettirmeye çalışan
serseri bir yunus
kalp şeklindeki bütün pırlanta kolyelerini
kaybetmiş bir maşuk
hatta bir maşuk bile değil
hatta belki o bile değil
varolduğumuzu sanıyoruz çünkü
yani ki hep bir genel prova acemisi
acem'den gelen ipekleriyle övünen bir eksik etek, bir yarım akıl,
evet, hizmetçinizim sizin
ve ciyerlerimden hastayım."

Salı, Eylül 19, 2006

barca dedi ki

"kurumları bitiren bir şey varsa, o da toplantıdır herhalde."

m.

"Gözlerimizi kapadığımızda dünya yok olmuyor değil mi? Ah evet evet, bunu bir yerlerden hatırlıyorum! Hemen öncesinde Erkengöçergillerden Kirkor Amca "Ne yaparsan yap, Bay Pişmanlık'a merhaba dersin." buyurmuş olup, pek tabii, zaman kavramının tam olarak neresinde bulunduğumuz da tespit edilebilmiştir başka bir koordinatta. Evet, ben karamsarım ve yanıtların hepsi elimde sayın dünyalılar! Ama, gerçekten, soru neydi?
Bu bilinmezin arayışı içinde ömür tüketen siz değerli maceraperestlerimize Joo Janta marka Tehlike-hassasiyetli Güneş Gözlükleri firmamızın hediyesidir. Tehlike anında etrafınızı zifiri karanlığa gömen gözlüklerinizle konforun tadını doyasıya yaşayacaksınız. Bunun salakça bir dehanın ürünü olduğundan dem vuranlar bile içten içe size olan hayranlıklarını gizleyemecektir ki herkesin bildiği gibi gidişinize kızlar, duruşunuza yollar hastadır. Ne diyorduk? Evet, Ben karamsarım!"

Pazartesi, Eylül 18, 2006

de(li)lik

"tam tepende gökkuşağı var!" dedi bana bugün r. o 13 adımı atıp cama gittim. gökkuşağını görünce derin bir iç çektim. hızımı alamayıp dışarı koşsam ya dedim. ama tuttum kendimi. burası ciddi bir kurum, en ciddiyetsiz elemanı ben olsam da. masama döndüm sonra. aniden kafamda canlandı dün gece gördüğüm rüya. ben gelişigüzel ateş açıyordum sağa sola. elimde bir tabanca, bomboş bir odayı mermilerle dolduruyordum. deli miyim neyim dedim içimden, dışımdansa "poligona gideceğim ben, benle gelmek ister misin sevgi?" dedim. sevgi oralı olmadı. güldü sadece. çaycı bana çay getirdi. ben sustum, sevgi ciddileşti. delilik dedim, hangi delikten başlar kemirmeye bizi?

Pazar, Eylül 17, 2006

üzgünüm

Sevdiğim insanlara karşı kendimi suçlu hissetmek istemiyorum. Sevdiğim insanlara karşı kendimi suçlu hissetmek iste- miyorum. Sevdiğim insanlara karşı kendimi suçlu hissetmek istemiyorum. Sevdiğim insanlara karşı kendimi suçlu hissetmek istemiyorum. Sevdiğim insanlara karşı kendimi

2+2=5

Cuma, Eylül 15, 2006

hayat berbat

müslüm gürses dinliyorum ben. annem de sayemde depresyona girecek menopoz arefesinde. kulaklarına inanamıyor nicedir. önce bir algı hatası sanıyor, zeminde bir ithal müzik seziyor ama bildiğin müslüm işte.. kafasını kapıdan uzatıp, “ne dinliyorsun?” diyor. müslüm diyorum elimde kıyafetler, “hadi çık da değişeyim üstümü..” kendi gidiyor ama aklı odamda. “müslüm mü!?!” evet müslüm anne. hayat berbat ve ben ne hale geldim…

gel bu eli saymayalım..

bana uyar

Çarşamba, Eylül 13, 2006

sevgili günlük

coco

bazen, havalandırmadan sanırım, hafif bir esinti oluyor. o zaman parfümümün kokusu burnuma geliyor ya, işte bu çok hoşuma gidiyor.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

kaldırım

seversem akreple yelkovanı, özlersem kumandayla koltuğu, küsersem pabuçlarımla kaldırımı öpüştürürüm hep.

ceza

gidersem geri dönemem, kalırsam tek ayak üstündeyim.

look better

biri diğerini severse

bir film izledim. içimden, biri diğerini severse görünmez bile olabiliyor dedim. kimse duymadı. ama ben parmak uçlarımdan başlayarak şeffaflaştım. aynaya doğru adım attım. arkamdaki camı, camın yanındaki kitaplığı, kitaplığın altındaki çiçeği, yatağımı ve bazen üzerine yattığım kilimi gördüm. kendimi göremedim ama bunun bir yanılsama olmasının kuvvetle muhtemel olduğu düşüncesiyle bunu önemsememeye gayret ettim. düşüncelerim de şeffaflaşırsa günün birinde, işte o zaman görünmez olurum diye geçirdim içimden. içim dışıma çıkarsa, dışım camdan kaçarsa...

sonra seni seviyorum dedi kadın, gülümseyerek...

Çarşamba, Eylül 06, 2006

Pazartesi, Eylül 04, 2006

ters köşe

geri dönüşümsüz olması, herhangi bir şeyin, çok acımasız tınlıyor ilk etapta kulağa. oysa her şey olması gerektiği gibi… okuyunca ağladığım bir hediyenin hep orada kalacağını düşünmek de bir çeşit bencillik nihayetinde. bencil olmak istemezdim belki, layığıyla isteyebilseydim şayet… ben evet, hep olmak istemediğimim… ama konu bu değil. konu her şeyin olması gerektiği gibi olması. gidecekse gider, kalacaksa yanındadır, gitmişse tutamamışsındır. bir suçlu varsa sahada, o elbette topa en yakın olandır. suçluyum ve günah çıkarmak kadar düşükçe bir şey olamaz. düşkün değilim ama düşünceliyim. buradan gidersem arkamdan ağlamayın.

Cumartesi, Eylül 02, 2006

kayıp kuğularım

"ah lula, kayıp kuğuların senin!
LM"
iyi ki doğdum, evet.

Cuma, Eylül 01, 2006

istasyon

"şaka nedir bilirim. ben palyaço balığıyım."
melvin, finding nemo
şaka nedir bilirim ve şaka tınlamayan şeyler oluyor bazen hayatımda. yaşlanmamla bir ilgisi yok. daha çok canımın sıkılmasıyla ilgisi var. yoksa bir cuma akşamı günlüğüme yazı yazmaktan daha mühim işlerim olurdu. arkadaşlarım gelirdi, ben giderdim, kimse gelmez ya da gitmezse topluca bir yerde buluşulurdu. ya da hiçbiri olmazdı ama ben böyle keyifsiz olmazdım. kendimi ucuz hissetmez, ağlayacak omuz aramazdım.. bir densizin lafını önemsemez kahveme daha az şeker atardım. yağmurun yağması hoşuma gider, edip cansever okurdum. kardeşimin boynuna sarılır, "iyi ki doğdum, iyi ki doğdum di mi?" diye şımarırdım. saate bakmaya tahammülüm olurdu ve belki ricky martin öldü diye üzülebilirdim bile.. tüm bunlar olabilirdi, evet. ama başıma gelmesini beklediğim şeyler treni hep kaçırır nedense.
...
mola sona erdi.

Perşembe, Ağustos 31, 2006

doktor

belki bir ilaç verir, akşama geçer..

Perşembe, Ağustos 24, 2006

tersten nar

"kendimle konuşmayı epey ilerlettim, ne söylesem anlıyorum."

Çarşamba, Ağustos 23, 2006

alınıyorum

nur topu gibi bir sapığım oldu geçenlerde. düzensiz aralıklarla arayıp dinliyor beni. önceleri ya açmıyordum ya da hemen kapatıyordum. baktım çok sıkıcı, şimdilerde açık tutuyorum telefonu. ben ne dinlersem dinliyor. bazen meal dinliyorum 97.5’ten, o da benle dinliyor. bazen yeah yeah yeahs dinliyorum, o da benle dinliyor. bazen susuyorum, o da susuyor. bazen ben hoparlörünü açıyorum telefonun, neyle meşgulsem onla meşgul oluyorum, o da benim meşguliyetimle meşgul olmakta gecikmiyor. sonuç olarak giderek yakınlaşıyoruz sapığımla ben. en son mesai arkadaşlarımı tanıttım ona. hepsi sırayla merhaba sapık ben burak, ben sevgi ben bilmemkim dedi.. o da dinledi. hiç kapatmıyor. en son serbeste uzattım telefonu, tanıtsın diye kendini, ama serbest sıkı bir küfür etmek için koridora yöneldi. edemeden kapandı telefon. işin tuhafı aynı sapık rıdvan’ı da arıyor. bunca tanıştık hala hal hatır sormuyor. alınıyorum. alıngan biri değilim hassasım, ama yine de alınıyorum.

Cuma, Ağustos 18, 2006

chaplin o

sonra, gün içersinde duyduğum şeyler akşam eve gittiğimde gelişigüzel doluşuyor beynime. sevginin, editörün, cemilin, denizin, şoförün, babamın, romandaki kahramanın, kafeteryadaki çocuğun, telefondaki yabancının, telefondaki tanıdığın, başkalarının, başkalarının hep başkalarının sözleri..
“ben barış. ince bellide mi olsun? eczanelerle ilgili. akşam kaçta çıkarsın? keşke burada olsan da kahve içsek beraber. ben gelemesem bile sen git. kendinden şüphe eden insanları seviyorum. beş dramatik kadın. koroya almamışlardı beni. sitendeki kolajı beğendim. kolaj mı? elif evleniyor, yok onunla değil. daha yakından bakmalısın o resme. günaydın. charlie chaplin o. keşke telepati kurabilsek, çok üşeniyorum konuşmaya. spotu eksik şunun. canan; aşıksın sen. burada olsan da kahve içsek. yok o değil. seni çok seviyorum. beş dramatik kadın. kolajı beğendim. akşam kaçta çıkarsın? miranda, koleksiyoncudaki miranda. kendinden şüphe eden insanları seviyorum. ben gelemesem bile sen git. ince bellide mi olsun? e şimdi bu bana hakaret mi, önce sana benziyor dedin sonra salak. koroya almamışlardı beni. charlie chaplin o. eczanelerle ilgili. ilerde fena halde ödeyeceğim bir jestin dumanı tütüyordu önümde. seni seviyorum. canan; aşıksın sen. barış ben. kaçta çıkarsın akşam? dünyanın bütün neyseleri birleşsin, herneyse olsun. elif evleniyor, yok onunla değil. beş dramatik kadın. kolajı beğendim. koleksiyoncudaki miranda. miranda. miranda. barış ben. biskrem? evde kalamayacak kadar güzelsin. doktoru ihmal etme. odanı topla diye yazdım onu. keşke telepati kurabilsek, çok üşeniyorum konuşmaya. herkes aşık, bense d şıkkıyım çoktan seçmeli soruların. huzurdaki kadının adı nuran. e şimdi bu bana hakaret mi, önce sana benziyor dedin sonra salak. ince bellide mi? biskrem? chaplin o.”

eric cartman

editörüm geçen gün alıngan oluğumu söyledi. sevgiye dedim ben de bunu: “editörüm alıngan olduğumu söylüyor sevgi, öyle miyim sence?” sevgi biraz düşündü. sonra, “hayır, alıngan değil hassassın sen.” dedi. konuyu orda kapattık ama ben o şişman çizgi karakter gibi hissettim kendimi. hani şu şişmansın dediklerinde “şişman değil, iri kemikliyim ben” diyen…

Perşembe, Ağustos 17, 2006

siz ne düşünüyorsunuz?

birbirimizi mezun edelim

"senin lülelerin babil kulesi
e)llerin de bembeyaz
şuradan çıkıp gidince ilk yaz"

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

emir kipi

hastaymışsın gibi davranma. hastaymışsın gibi olur olmadık ağlama. hastaymışsın gibi dalıp gitme diyaloglar arasında. hastaymışsın gibi uzun uzun bakma ekrana. hastaymışsın gibi defalarca aynı cümleyi okuma. hastaymışsın gibi anlamsız kahkahalar atma. hastaymışsın gibi birinin seni izlediği fikrine kapılma. hastaymışsın gibi diğer insanların hasta olduğunu düşündüklerini düşünme. hastaymışsın gibi anlamlar yükleme olup bitenlere. hastaymışsın gibi işaretler arama tabelalarda, levhalarda, köprüden önceki son çıkışlarda. hastaymışsın gibi iyileştim numaraları yapma. hastaymışsın gibi içine birden çöken sıkıntılara özne arama.

yüklemi cümlenin sonuna getirmeye özen göster bir de.

betimleme

benim bana yardım edecek birine ihtiyacım var, seninse dokunacak… ayaklarımda sinek ısırıkları, ellerimde uzun ince çizgiler, alnımda benden sonraki çocuğun erkek olacağını müjdeleyen damarlar, gözlerimde sabitleşen matlık, saçlarımda beyaz teller, tam konuşacakken yerleşen suskunluk dilimde… ve tam iyileşecekken sarkan hayal kırıklıkları tavanımda.

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

Salı, Ağustos 08, 2006

sevimsiz bir deneme

dolunay. yengeç olan ben değilim; cemil. yine de bende de bir haller var. uzun uzun dalıyorum. bazen söylenenleri, bazen de söylediklerimi duymuyorum. geçici körlük yaşıyordu bir filmde woody allen. bense geçici sağırlık… bazen geçici körlük de olmuyor değil. diyorum ya; bazen, her zaman değil. çayı az, uykuyu çok kaçırdığımda oluyor genelde. harfleri büyüten tuşa basarsam solda bir ışık yanıyor, beni uyarıyor. tekrar basarsam o tuşa, ışık sönüyor ve harflerim eski formuna kavuşuyor. eve daha erken gelmenin bir yolunu bulsam, bu sefer de o yola teleferik döşemenin yollarını ararım gibi geliyor. vakit hiç yetmiyor. ortasında uyuyakalırım diye film bile izlemez oldum. kendime acımamak istiyorum. kendime acımamak istiyorum. kendime acımamak istiyorum. kendime karşı acımasız olabilirim ama acınası değilim. yo hayır sevimli de değilim. ne olduğumu düşünüyor cemil, bulunca bildirecek. sevimliden kastımı biliyorsunuz. hani şu iki lafından biri “bebeğim” olanlar. naylon bir sempati, suni teneffüs eden cümle araları, bitse de gitsek diyen bir iç ses… sevimli değilim. annem birini sevdiğinde “yüzünde bir sevim” var der, ama nasılsa benim yüzümde o sevimden eser yok. benim yüzümde suratıma zor sığan gözlerim ve onların kafası karışık bakışları var. yüzünde göz izi var, sana kim baktı yarim? gelişigüzel yazdığım cümlelerde derin anlamlar arayanlar var. onlara emniyet şeridinde beklemelerini salık veriyorum. yeterince sabredebilirlerse bekledikleri anlam kendilerini bulacak, sımsıkı sarılacak, bir ömür boyu da yakalarından düşmeyecektir. oysa soldan son sürat giden okur, ilk sapakta aradığı anlamı ezecektir. şimdi ortada bir ölü var, ya okur ya ben. bende geçici körlük var ama, mahkemeye çıksam inanırlar. okur böyle numaralar yapamaz. okur okuduğundan mesuldür. şimdi, ortada iki ölü var, hem o hem ben. cenaze namazımda kadınlar saf tutmasın lütfen. duygu asena da hata yapabilir. ve feminizm, daha evvel de değindiğim gibi daha çok kadınla yatmak isteyen bir adamın tesellisidir.

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

deniz

deniz'in kahverengi gözleri var. koyu kestane de saçları. güldüğünde herkesten farklı bir kahkahası, ağladığında herkesinkinden vakarlı gözyaşları var. topuklu pabuç giymiyor. rengarenk adidasları var. nike kullanmıyor. (bu fotoğraf beni yalancı çıkardı.) pek çok saati var, hepsi birbirine benziyor ama hiçbiri ayın kaçı olduğunu söylemiyor. yine de zamanla bir problemi var. akşamları da sabahları da sevmiyor. bir de beyaz çikolata seviyor. ben hiç sevmem dediğimde de tadına bakayım diye magnumunu uzatıyor. bebek'te oturuyor. aramızda bir yokuş var deyince ben, bir pazar beraber bir şeyler yapalım diyor. ama o pazar hiç gelmiyor. kırmızı gözlü bir pengueni var. hep onu seviyor. ara ara sandalyesini kaydırıp yamacıma geliyor, saçını okşayıp burnunu öpüyorum. gün içersinde bu 8-10 defa tekrarlanıyor. benim çektiğim fotoğraflarını seviyor. hep böyle bir tuhaf oturuyor. bazen heyecanla sandalyesini çekince yere düşüyor. bana hiç kızmıyor. gülümsüyor, ben çekmeyeyim diye sandalyesine not düşüyor. kakul yapayım mı sana diyorum, olur diyor. saçını kesiyorum, çok tarz oldu diyor. gazeteyi çekilir kılıyor bunu kendi bile bilmiyor.

Perşembe, Ağustos 03, 2006

fragman

esme 20’li yaşlarda, hayatını seslendirme yaparak kazanan bir kadındır. elmalı kurabiye ve naneli limonata sever. araba kullanmaz, toplu taşıma araçlarına binmez. eskimeyen bir bisikleti vardır. çetinse başından iki uğursuz evlilik geçmiş, 40 yaşlarında huysuz bir adamdır. bu iki hatırı sayılır derecede sıradan erişkin bir akşamüstü sinemada yan yana gelir. sıra dışı bir tanışıklığın ardından olaylar gelişir.

Salı, Ağustos 01, 2006

'try walking in my shoes'

kör bir adam, bir gece, şehrin elektriğini keserse bencil mi?

Pazartesi, Temmuz 31, 2006

rüya

"lula dün akşam rüyamda seni gördüm. sabah kalkınca bugün anlatırım lulaya dedim kendi kendime. anlatıcaktım da ama anlatamadım. hem işin vardı hem de konuşmak istemediğin anlaşılıyordu işte. neyse ben çok güzel gördüm seni rüyamda. dün babamla vapurla gelirken senden bahsettim. onu düşünerek yattım. ondan olsa gerek. böyle uzun bi sahil vardı lula. kumsaldı. o kadar uzundu ki ucu gözükmüyordu. öylece yürüdük. ama sen hiç konuşmadın. ben de. sonra yerde karıncalar gördük, eğilip baktık. karıncalar dans ediyordu. üstelik bi kalp şekli vardı, onun içinde dans ediyorlardı. dışına çıkmamaya çalışıyolardı sanki. oturduk yere onları izledik sonra. baya uzun bi süre oturmuşuz kafamızı hiç kaldırmadan. kaldırdığımızda güneş batmak üzereydi. hava kararıyordu yavaş yavaş. "normalde olsa çok korkarım" dedim ben sana sen de güldün yine. hiç konuşmadın lula ama çok mutluydun. ben sonrasını hatırlayamıyorum şu an. sabah hatırlıyodum oysa. neyse ben senin yüzündeki o ifadeyi çok sevmiştim. sonra babam beni kaldırdı galiba. ıslak elleriyle koluma dokundu. beni hep öyle uyandırır. sonra senin için dua ettim. sen bana da dua et e mi derdin. ama nasıl dua ettiğimi söylemeyeyim. öylesi daha doğru oluyormuş.
iyi ol lula olur mu?"

Cumartesi, Temmuz 29, 2006

bilemezler

"ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terkedebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz." R. G.

Cuma, Temmuz 28, 2006

masamdan

soğuk su: 50 adım
sıcak su: 50 adım
lavabo: 42 adım
çay: 76 adım
sıcak çikolata: 76 adım
deniz: 0 adım
cam: 13 adım
asansör 1: 82 adım
asansör 2: 84 adım
asansör 3: 89 adım
asansör 4: 91 adım
fotokopi: 9 adım
çıktı: 9 adım
uçurtma: sonsuz adım

Çarşamba, Temmuz 26, 2006

the bell jar

10:33

birini sevmeye önce burnundan başlıyorum.

12:35

birinden nefret etmeye önce ayaklarından başlıyorum.

12:41

ofiste, masa başında sıkılıyorum. pabuçlarımı çıkarıyorum. bazen bağdaş kuruyorum bazen kurmuyorum. sıkılınca beni rahat bıraksınlar istiyorum.

(bağdaş kuranlara burda iyi bakmıyorlar.)

13:41

ingilizce yapılmış bir röportajın deşifresi türkçe yapılmış bir röportajın deşifresinden daha sıkıcı ve uzun sürüyor.

13:67 (ne demek bu diye bakmayın, o demek işte)

tatildeki mesai arkadaşımın benim yoğun ısrarlarımla attığı kart geldi. şöyle demiş: "aaa, hadi çok oyalandın. artık haber yaz, sonra sıkılacaksın yetiştiremiyorum diye.." nasıl da bilmiş. tatilde olmayan mesai arkadaşlarıma sesli olarak okudum kartı. güldüler. "bana sıkıntı bastığını nasıl da bilmiş, di mi?" dedim. "sana her daim aşk bassın.." dedi s. "amin" dedim, hem içimden hem dışımdan. çikolata ısmarlayayım mı sana? diyerek geldi ö. ı ıh. haberi yetiştireceğim.

14:39

gorecki.

14:45

red bull'dan nefret ediyorum. öpüşen çiftlerden, magnum yediği halde ikram etmeyenlerden, kulaklık taktığım halde benle iletişim kurmaya çalışanlardan, iletişimin kendisinden, iletişememekten, q klavyenin on parmak kullanımına uygun olup olmadığı sorunsalından, gülben ergenden, küpe takmadığımda 'küpen nerde' sorusundan, "o kadar güzelsin ki sanat aşkı değil, aşkın sanatı sana daha uygun" cümlesinden, sanata ara vermiş olmaktan, kariyer için çocuk yapmayan kadınlardan, kariyerden, kar yağınca arabalarına zincir takanlardan... . . (liste uzuyor)

15:01

"i'll lose some sales and my boss won't be happy but i can't stop listening to the sound of two soft voices blended in perfection from the reels of this record that i've found every day there's a boy in the mirror asking me: what are you doing here? "

15:32

"bana bi üç vakit ver, öpmeye geleyim seni..."

17:04

red bull'dan hala nefret ediyorum ve hala magnum yemedim.

Cuma, Temmuz 21, 2006

sakin sakin..

bugünkü ağlama ihtiyacımı karşıladım. sakinleştim. yarın yine aynı saatte görüşmek dileğiyle, hoşça kalın... . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . .... .. . . . . . . . . ................ . . . . .. . . . ... . ... . . . . . . ...... ......... . ...... . . . . . .. . . ... . . . . . . . .... . . . . . . . . .. . . ... . ... . . . . . ..... . . . . .. . . . . . .. ... . .... ... . . . . . . . . . . ... .... . . ... . . . . . ............ . . . ... . . . . . . . . . .. . . .. .. .. .... ... ... . . . . . .

Perşembe, Temmuz 20, 2006

sobe

kimsenin izlemediği yerel bir televizyon kanalında, konuğuna “atmış milyon sizi izliyor” diyen spikerim ben şimdi biraz.

beni sevmediği için kızgın olduğum herkesi affettim. dün oldu bu. yatağa uzanmış, uykuyla uyanıklık arasında düşünürken. sonra içim geçmiş. ama işte uyumadan önce, son yaptığım şey bu oldu, kızgınlıklarımı bertaraf etmek. tavşanı olduğum dağlara beyaz mendiller açmak… onların dahil olduğu anıları tıraşlamak. sonra; al sana pürüzsüz, ipek gibi bir hatıralar denizi. olmasın istiyorsan olmaz. düşmesin istiyorsan geriye koyarsın kül tablasını. koruyacak bir şeyin varsa korursun, öyle aleni de değil, gözüne sokmadan kimsenin. ama anılarım kamuya açık benim. olmasın istesem olmaz. içten içe istiyorum, bilinsin. belki halka mal olursa, hani 60 milyon okuyor ya beni, herkesle paylaşırsam yani, benim olmaktan çıkar, başkasının olur, başkasının acısıyla acılanmak da derinliksiz yaralar açar. çabuk iyileşen… iyileşmek için başkası olmalı, kendime uzaktan bakmalı, yeterince mesafe koyduğumda da sempatik bulmalıyım o yabancıyı. insan kendini böyle sever. uzaklaşınca.

oluyor. odanın karşısındayım. uzaklaşıyorum. göz kırpma mesafesinden el sallama mesafesine geçmeye hazırlanıyorum. gözüm üstümde. yavaş ve emin adımlar. koltuktayım. benlerimle oynuyor, birleştirirsem nereye varacağımı hesaplamaya çalışıyorum. tori amos söylüyorum ama dinlemiyorum. ben söylüyorum ben dinlemiyorum gibi oluyor. gözü başka yerde. ayak parmaklarıma bakıyor. ayaklarımı beğendiği geliyor aklıma. hayır ben değil, ben değil. ben de beğeneceğim ama yavaş yavaş. önce içimi sonra dışımı seveceğim. yeterince seratonin salgıladığımda bunların hiçbiri olmayacak. ben de aynadaki de bir olacağız. sevmek aklıma bile gelmeyecek. sevgi insanın aklına gelen bir şey değildir çünkü. sevgi insanın başına gelir. ı ıh ikisi aynı şey değil. anladığınız halde anlattırmayın bana. maymun etmeyin beni. rica ediyorum. rica mı? ne dersem o. ne? dersem: o… demediklerim de benim. dediğim ya da demediğim şeylerin bütünüyüm. söylersem söylediğim, söylemezsem söylemediğimim. canım isterse sonsuz konuşur, istemezse ölümüne susarım.

“çirkin olduğum için aynaya bakmazsam; güzelim”

rüyamda başka kadınları ayartan erkekleri sevmediğim gibi, sevdiğim adamları rüyasında ayartan kadınlardan da hoşlanmıyorum. bazen küme o kadar büyüyor ki kesişecek başka bir küme kalmıyor, hepsini kapsıyor. bir ben kalıyorum dışarıda, bir başıma. boşum, tüm boşluğumla yine de kümeyim diye avutuyorum kendimi. avunduk da ne oldu diyor içimdeki ses. ı ıh, soru işareti yok sonunda. o avunduk’a ne oldu bilmiyorum. decoder istiyor sayın okuyucu. anlamıyor değil ama anlamamazlıktan gelmede rakip tanımıyor. istediği decoderi vermiyorum. anlamsız olan bütünün parçaları da anlamsızdır diye bir şey yok. iki negatif toplanırsa daha negatif, çarpışırsa pozitif olur. ve aşk iç şüphe yok çarpışmadır. ters yönde aynı hızla giden iki araçtır sevenler. ilk ölen gazeteye sarılır. son ölen ebedir, başkasına çarpmak üzere yol alır.
…..
sincerely,

l.

(konuşurken de konuşmazken de çekilmiyorum.)

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

XS

gömleğim o kadar dar ki hapşıramıyorum.

Salı, Temmuz 18, 2006

half man half biscuit

öksürük şurubu gibiyim. tatlıyım ama yapay.

Cumartesi, Temmuz 08, 2006

"sarılmasını bilen adam iyi adamdır"

haklı. biri bize sarılmayacaksa ağlamanın hiçbir anlamı yok.

Çarşamba, Temmuz 05, 2006

lula izinli bu ara

hastayım. iki gündür gitmiyorum işe. izin aldım gazeteden. canım sıkılıyor. beni arıyorlar gazeteden, "daha iyileşmedin mi sen?" diye. iyileşemedim daha diyorum. sabah hazırlandım halbuki. kapıya kadar geldim. babam "nereye?" dedi, "iyileşmeden gitme". söz dinledim. gitmedim. iki gündür yattığım için yatağı görmek istemedim. o yüzden bilgisarayı açtım. nerde mi hasta oldum? urfa'da. haftasonu urfa'ya gittik. gezdik. güzeldi de. ama beni sivri sinekler ısırdı ve üşüttüm. kimseye bir şey olmadı ama benim ayağım davul gibi şişti. pazartesi sabahı tüm hasarımla gazeteye gittim. jel al dedi teyzemin eşi, ki doktordur kendisi. onun adını verdiği jeli almak için eczaneye gidecektim. topluca dalga geçtiler benle. tüm haber merkezi. yok eğer ben isterseymişim sağlık bakanını getirtirlermiş... annem yok iki gündür. yazlıkta kendisi. babamla kalıyoruz. ablam ben babam. hazır çorba, hazır yemek.. bu akşam gidelim biz de artık dedi babam. ben pek istemiyorum. şöyle ki, ordan nasıl gidip geleceğim işe? giderim de gelirim de ama işte saatler sürecek. vespam da yok hala.. yalnız sıkıcı insanlar sıkılırlar diyor içimden bir ses. sıkıcıyım ve sıkılıyorum. ve daha fazla hazır çorba içmesem diyorum... sonra sabahları gülümseyerek uyanmak istiyorum. cam açık yattığım halde terlemeden uyansam diyorum. sonra burcu esmersoy'un bir sarışın ne kadar akıllı olabilirse o kadar akıllı olduğunu düşünüyorum. güzel falan da bulmuyorum. en güzel sarışın marilyn monroe, bir de diğer bütün kadınlar o olmaya çalışıyorlar. evet böyle düşünüyorum. bir de yersiz bir sinir hakim bana bugünlerde, niye bilmiyorum. ne kendimi ne de başkasını seviyorum. bol su içiyorum ama. iyileşmek için. nemrut'ta güneşin doğuşunu izlediğim için teşekkür ediyorum Allah'a. şanslıyım diyorum içimden. ama keşke bütün fotoğraflarda üzerimdeki o aptal battaniyeyle çıkmasaydım, değil mi? ama üşürsün demişti telefonda elif, yok hayır o değil, urfalı olan. evet işte o demişti ki muhakkak üzerine kalın bir şey al. ama annemin hazırladığı valizde yoktu kalın bir şey. resepsiyona gittim, şal istedim. yok deyince adam ben de böyle durumlarda hazırol duruşuna geçen yavru kedi bakışımla "n'apıcam ben o halde? çok soğukmuş orası" dedim. acıdı mı bilmiyorum, "bize çaktırmadan battaniyelerimizden birini alabilirsiniz" dedi. öyle yaptım ben de. elimde otelin battaniyeleriyle iyi geceler diyerek çıktım otelden. sonrası bir roman... nemrut; güneş'in şımarttığı yer.. insanlara anlam veremedim. hepsinin elinde ya kamera ya fotoğraf mainesi ya da telefonları. hepsi bir ekrandan izliyordu güneşin doğuşunu. acıdım onlara. üşüyordum ama bir haysiyetim vardı. üşüyordum ama gözümü ayırmıyordum o iki dağın arasından. üşüyordum ama hissediyordum. neyse. kimin umrunda şimdi. hastayım ve kimseye geçmiyor nazım.

Perşembe, Haziran 22, 2006

mavi ekran

- bana bak levent uğraşma benle, sevgilim rus bir boksör benim!
- lulaaa, sevgilin yok ki senin!
- evet ama olsaydı kesin boksör bir rus olurdu!
- ?!?

kadraj

vapur. cat power. where is my love? where is my love? horses galoping, bring you to me. where is my love? where is my love? horses runnning free, carry you and me. where is my love? where is my love? safe and warm, so close to me. in my arms finally. there is my love. there is my love horses galloping, bringing you to me. where is my love? where is my love? terapi. uzun cümleler kurmayacaksak içelim bari. ben bir sek çay alayım önce. yok hayır limon istemiyorum. çayı zorla içenler kullanır limonu. ben evet, sek istiyorum. olmaz mı? eh peki. çalıştığım yerde sıkılıyorum bazen. sıkılmamak elde mi onu düşünüyorum. güzel fotoğraflar çektiğimi söylüyorlar. hayır fotoğrafçı değilim. amatör bile değilim. ama kadrajım iyiymiş. bakış açısı dedikleri bu belki. vapurda biri kız diğeri erkek iki çocuk koşuyordu. erkek olanın şapkası uçuyordu, kız yerden alıp veriyordu ona, tekrar düşsün diye kafasına takıyordu. bu böyle sürdü, vapur beşiktaş iskelesine yanaşana dek. sonra ben onlardan önce indim, şapkaya n'oldu bilmiyorum. ama vapurda başka şeyler vardı aklımda. ne olduklarını unuttum şimdi. önemli olduklarını söylemedim zaten; aklımda bir şeyler vardı dedim sadece. siz uydurdunuz onu az evvel. aslı tohumcu'nun kitabı vardı elimde ama okumuyordum. yeni almıştım, göz gezdiriyordum. başım ağrımasa keşke diye iç geçiriyordum. birinin pembe tişörtündeki scooby doo olmak istiyordum. neyse...
peki, rusya'ya gidip de kart atmayan ne olsun, hmm?

Cumartesi, Haziran 17, 2006

ben bir başkasıdır

söz vermişti bu lula. aklını başına devşirmiş, devşirme akıllarla bir yere gelemeyeceğini kendi kendine kabul ettirmişti. öyle, dolapta ayağını içine sokmadığı 8 çift pabucu varken bir yenisini daha almayacaktı. iyi de gidiyordu aslında. alış veriş merkezlerini es geçiyor, cüzdanını fazla açmıyordu. ama ah bu iradesi zayıf lula! aklı yarım kalbi çeyrek lula! en ufak fırsatta herşeyi boş veren, siniri bozukken canı alışverişten başka bir şey istemeyen lula.. seni böyle kabul etmeyi denedik, olmadı be lula! sana yeni isimler, sıfatlar beğendik, içine sığmadın lula.. kısa paça pantalonlarla, "sex pistols konserinde gider" dedikleri, çingene pembesi ayakkabılarla olmaz bu iş lula.. sevdik seni, bağrımıza bastık ama efendi ol lula. kazandığından fazlasını harcayana iyi bakmazlar buralarda.. hem sana asılan o bacaksız var ya.. işte sussan daha iyi edersin ona. "prensip olarak 25 yaş altıyla flört etmiyorum."dan anlamaz o lula.. yapma.. sinirlenince susman kadar neşeliyken az konuşman da mühim aslında.. şımarmak sana yakışıyor dediler diye daha çok şımarma mesela. bir de öyle masana diğerleri gibi çiçek böcek yapıştırma. biliyorum yapıştırmadığını da testi kırıldıktan sonra söz kimin umrunda.. el yazını da unutma. o karakterdir, ele verir.. bilgisaray ekranına hapsolma.. bir de sıcakkanlı diyolar sana, oysa serin kanlılık daha fiyakalıdır; yaz bir kenara..

Perşembe, Haziran 08, 2006

sara vs candy

"burçak beni sevmiyor" diyordu ah muhsin ünlü. konuyla ne ilgisi var demeyin, var çünkü. sizin bilmediğiniz ilgileri bilebilir ama anlatmama hakkımı saklı tutabilirim. ayrıca canım bazen beni sevmeyenleri listelemek isteyebilir. ama yakışmaz bana. ne de olsa fransız mürebbiyelerin büyüttüğü bir küçük hanım olarak ben, yerli ve yersiz olan şeyleri herkesten iyi bilirim. uluorta bağırıp küfretmez, dans edip şarkı söylemez ve hatta istesem bile sakız çiğnemesini beceremem. ben, evet, gerektiğinde 10 sara gücünde bir soylu, gerektiğinde 20 polyanna gücünde iyimserimdir. ama asla bir candy olmadım, asla. zira herkes bilir ki kendisi kaltaktır.
ben aslında bunları değil başka şeyleri anlatacaktım. mesela emre bana birkaç ipucu vereceğini söyledi. neymiş onlar diye heyecanlandığımda da duya duya şunu duydum: biri bana aşık olursaymış eğer saçımı çekermiş. en kesin anlama yöntemi buymuş. ben de anlamadım, yarın daha detaylı sorayım diyorum ama asaletim engel oluyor yine..
saygılarımla;
lula "asiltürkoğlu"
(çizdiğim bu şeyin ilham kaynağı da hiç şüphesiz güneştir başkası değil.)

Cuma, Haziran 02, 2006

olur mu olur

"acaba ne giysen görebilecek miyim bir zaman?"
...
düşünmemem gereken şeyler bunlar. düşününce içim acıyor çünkü. beyni kaslarının arasında sıkışmış o zavallı vücutlardan bile daha zavallıyım şimdi ben. beynim değil ama ciğerim sıkışıyor gibi oluyor bazen, aniden. ciğerlerimin filmini çekerlerse ciğerlerimin artiz olacağını biliyorum icabında. ama ben sigara kullanmıyorum. kullandığım şeylerin kölesi oluyorum. yoksa pembe pabuçları olmadan da hayatını idame ettirebilir insanlar. bense, aman Allahım, ne de acınası duruyorum.. neyse ki taksi şoförleri var. dediğim gibi, yaşama sevincim onlar.. her biri bir diğerinden daha iddialı bu adamlar beni benden alıyor.. kendime gelemiyorum bir süre.. resimle uğraştığımı öğrenince "demek edebiyatçısınız." diyeni kastediyorum elbette. nasıl diye şaşırdığımda da gayet kendinden emin, "e işte resim de edebiyatın bir dalı" diyebiliyor. gülüyoruz özdenle.. hayat bazen çizdiği yerleri geri iyileştiriyor.. birkaç dikiş atılıyor, standart siyah iplerle.. üç yanlışın bir doğruyu götürdüğü yerde, sonsuz dikişler hayattan götürüyor. biz anlamadan..
- özden?
- efendim?
- ..?. . .
- de bitanem
- çok yalnızım be atam!
...
yalnızlıklarımızı diyorum, uç uca eklesek, burdan ığdıra yol olur..

Perşembe, Haziran 01, 2006

dallarda kiraz geçmez bu yaz

yine uzun bir ara oldu istemeden. özlem iyidir der annem hep, ilişkileri güçlendirirmiş.. şimdi aramızdaki şey her ne ise güçlendi siz farketmeden.. eskisinden daha samimiyiz şimdi sizle. görüşsek daha çok konuşur, sarılsak daha sıkı sarılır, kahve içsek daha çok fal bakarız.. annem kandırmıyorsa şayet beni..
siz yokken neler oldu neler. babam gittiği uzak doğu memleketinden bir sabah saat 5 gibi döndü. ama bizde hiç heyecan yoktu. çocukken babamdan önce bavullara koşardık. şımartırdı o vakitler babam bizi. yürümekte zorlanan bana paten, konuşmakta zorlanan kardeşime elektirikli saç kıvırtıcısı (onun adının ne olduğunu hala bilmiyorum, saçı bukleleştirmeye yarıyor işte) getirmişti bir keresinde.. ve pek tabii her zaman sayısız boya kalemleri ve kitapları.. renkleri hep sevdim ben ve şimdi aniden farkediyorum ki bu babamın eseriymiş.. ayağımda çingene pembesi, fıstık yeşili pabuçlarla dolanıyorsam bu yaşta, evet, sebebi babamdır. ama işte bu sefer öyle olmadı. babam hani o elimize ne alsak onların malı diye köpürdüğümüz memleketten elinde sadece yelpazelerle döndü.. evin içinde bülent ersoy edalarıyla dolandık biz de haliyle bir süre.. birbirimizle dalga geçerek elbette. sanki birimizin diğerinden farkı varmış gibi.. oysa o kadar da tembihlemiştik babamı. ben küpe ve çanta, ablam niyeyse aydınlatma, annemse Allah ne verdiyse.. ama gele gele yelpaze geldi.. bu babam bu ara kamera şakası gibi.. attığı mesajdan söz etmiştim yanılmıyorsam.. gelince sebebini açıkladı sağolsun: "o kadar geçmiyordu ki vakit, mesaj çektim ben de.." ve bu cümleden de anlamış olduk ki, mesaj yalnızca dilini ve sokaklarını bilmediğimiz memleketlerde sıkılırsak kullanacağımız bir iletişim çeşidiymiş.. babamın yalancısıyım inanınki..
başka başka? kız kardeşim mezun oldu. onu ve ablamı yemeğe çıkardım. sultanahmette bir otelin terasına. kendimizden geçe geçe yedik ve hesap geldiğinde benim gözlerim pörtledi haliyle.. fazla geçmişiz kendimizden. benim gözlerimin fırladığını gören garson yanımıza geldi: "pardon, biz size bir indirim yapalım, renk verdiniz terasımıza.." gibisinden şeyler söyledi.. giden hesap hafifleyerek geri geldi.. e tabii renk vermek kolay mı teraslara.. sakız sardunyaları bir biz iki.. gittiğimiz yeri gökkuşağına çevirmek en öncelikli vazifemizdir. şaka bir yana bir kez de burdan tebrik ediyorum kardeşimi.. saçımı çektiği, elimi ısırdığı günleri unutmuş değilim ama kebini havaya attığında saçma düşüncelere gark oldum ben aniden.. okul dönüşü eve geldiğimde boyadığı bebeğim için saatlerce ağladığımı, acısını ondan bir türlü çıkaramadığım için yine ağladığımı, hatta bu anıyı ne zaman hatırlasam hıncımdan yine gözlerimin sulandığını.. neyse ki geçti.. sayısız hata yaptım ona, bebeğin acısı çıkmış olmalı bir ara..
böyle şeyler oluyor işte siz uzaktayken. her zamanki gibi duran ama hiçbir zamana ait olmayan.. geçen gün taksiye bindim mesela. bilirsiniz ben bu eylemi sık gerçekleştiririm. ama ne hikmetse aklı başında bir taksiciyle karşılaşma olasılığım güneşin buz tutma olasılığından az.. bu sefer de leventten alelacele bindim, esra beni akmerkezde bekliyordu, geç kalmıştım. taksiye bindim, akmerkez dedim. bozuldu, bildiğimiz akmerkez mi, hani yürünür burdan dedi. evet, geç kaldım da biraz dedim. aynadan kötü olduğunu tahmin ettiğim bir bakış attı, görmemezlikten geldim zira bir pislik olacağını sezdim. çok geçmeden oldu. (ne demiş ahmet hamdi, bir şeyden korkmak biraz da onun başımıza geleceğini bilmektir, bunun gibi bir şeydi) aynadan baktı ve bombayı patlattı:
- şimdiii, alınmayın ama o gözlük size hiç olmamış..
duymamazlıktan gelip cama döndüm. çok geçmeden tekrar konuştu:
- yani sizi büyük göstermiş o yüzden dedim.
dayanamadım bu sefer, cevap verdim:
- ben büyüğüm zaten
- yaşınızı demiyorum, yüzünüz.. yüzünüz ufak ama o gözlük hiç yakışmamış, büyük göstermiş. yani bakın gördüğüm kadarıyla güzel birisiniz, olmamış gözlük..
sıkılıyordum, kulaklarımdan dumanlar çıkıyordu sinirden ama bir şey demiyordum, bu akmerkez nerde kalmıştı da bir türlü varamamıştık.. nihayet geldiğimizde para almak istemedi:
- çok sinirlendirdim sizi, para alamam.
- buyrun, olur mu öyle şey. (yüzde nemrutluk sabit tabii)
sonra hiç anlamadığım çemkirik bir tavırla kükredi:
- amaaan! kızarsanız kızın, çok da umrumdaydı..!
ben çoktan paralize olmuştum zaten.. indim ve kapıyı çarptım. Allah akıl fikir versin o ucubeye diye dua ettim.
ay anlatırken yine sinirlendim iyi mi? neyse ben burada keseyim, kendime bir fincan çay alıp kitabıma gömüleyim.. a bu arada rıdvan vespa almış, burdan onu da tebrik ediyor, kazasız belasız caddeleri turlamasını diliyorum.. ve onun notunu aynen iletiyorum: "merkez dedenin huzurundan Allah'tan niyaz ettim, senin de bir vespan olsun diye lula.." yani yakın zamanda ben de turluyor olabilirim caddelerde, bilginize..

Perşembe, Mayıs 25, 2006

ücretsiz havale

şefle aramızdaki gerginlik ülkenin elektrik sorunlarını çözebilir. evet aynen öyle. beni görmüyor, dediklerimi duymuyor. hem de geçen gün sırf canım sıkkın diye beni yanına çağırıp neşelendirmek için çeşitli taklalar atan şef bu. bizzat kendisi. "nerde o neşeli lula?" diye sitem eden.. ama ne olduysa dün oldu. birden beni sevmez oldu.... neyse.. başka şeylerden bahsetmek istiyorum.. mesela yeğenim geliyormuş bu akşam bize. yatıya.. ablam mersine gidiyormuş. bu da demek oluyor ki, benim odam yine dandini olacak, yine sabahları uyanamayacağım, saati kuramadığım için.. babam çin'e gitti. giderken yolcu edemedim. ben çıkıyorum diye telefon açtığında ben venüsün önünde trafikte sıkışmanın sıkıntısıyla, "peki, yolun açık olsun baba.." diyebilmiştim. ama benim mesaj atmaktan da almaktan da zerre hazzetmeyen babam, gavur memleketinde mesaj sever oldu. ve gittiği günün ertesinde şöyle bildirdi : "burası berbat bir ülke. ufaklığa selam, derslere devam." nasıl sevindik anlatamam.. 2-7 ve 11 saat evvelinde telefonda konuşmuş olmamıza rağmen içimize gelincikler doldu.. birimiz kalkıp şiir falan okuyacak sandım ki, geçti. hayat nomale döndü. başka da mesaj almadık babamdan.. oysa sipariş safhası uzun, hal hatır safhası kısa bir kaç mesaj atmak niyetindeydik hepimiz. olmadı, sağlık olsun..
deniz kızı sordu, nerelerdesin diye.. cevap veremedim. canım sıkkın.. buralardayım ama aklım başka yerde.. ablamı özlüyorum mesela. yok o değil, öbürü.. sonra annem beni üzüyor.. şöyle.. annem çok güzel incir reçeli yapar (bir ara tarifini veririm ama portakal ağacı varken yakışık almaz). ben de onun isteği üzre dün akşam metro çıkışı, hani levent çarşıda incir soyup satan bi kadın var ya, işte ondan 300 tane (taneyle satılıyor meret..) aldım. neşeyle geldim. sabaha kadar sorun yoktu. çıkarken yine boş durmadım, reçeli anımsattım, anımsatmaz olaydım.. o da haliyle sordu ne kadar verdiğimi..sonra olaylar gelişti. annem; "ne? 15 milyon mu verdin bu kadar incire?" şeklinde şaşkın ve ünlemli cümleler kurdu. her zamanki gibi ben sinirlenmedikçe daha çok sinirlendi. sonrasında çıktım zaten, bilmiyorum.. dün akşam eve gelirken bir de annemin siparişi üzre dürüm aldım. bu ara 'single mom'cılık oynadığı için annem, ev işleriyle arası her zamankinden daha kötü.. acele ettikçe ben, gecikti sipariş. meğer konser varmış üniversitede. çok bilmiş adam bana, "ben acelenizi anlıyorum, konsere gidiyorsunuz.." dedi. sustum, üşeniyorum laf anlatmaya bazen.. hele böyle dedektifçilikle kafayı bozmuşları Allah'a havale ediyorum.. ediyoruuuum, ediyoruuum, eeeeeet-tim.

Cuma, Mayıs 12, 2006

less is less

boş vakitlerimde böyle şeylerle uğraşıyor, boşluklarımı doldurayım derken dolan kısımlarımı boşaltıyorum.. less is more. less is more.. ne kadar azalırsam o kadar çoğalacağım..

Perşembe, Mayıs 11, 2006

etnik temizlik

zeynep abla var bizim bekçinin eşi, yazlıkta. yıllardan 99 sanırım, annem halıları verandaya taşımış zeynep'e geçerken soruyor: "hayrola zeynep, bahar temizliği mi?" zeynep abla tüm ciddiyetiyle cevaplıyor: "evet abla, etnik temizliğe giriştim.." işte o günden beri biz ne zaman köklü temizlik yapsak zeynep ablayı anar, etnik etnik düzenleriz evi.. ben de daha evvel bahsettiğim boya badana sonrası odama çeki düzen vermeye and içmiştim. and dediğin öyle bir dikişte içilmiyormuş anladım. 2 tam günümü aldı eşyaları yerleştirmek, katlamak, kaldırmak, giymediklerimi atmak... işte öncesi ve sonrası huzurlarınızda.. neler çıktı neler çekmecelerden.. yıllardır hangi akla hizmet atmadığım hatıramsı şeyler.. düşündüm taşındım hiçbir hatıra gelmedi aklıma.. üzerine not düşmediğim şeylere hatırat demeyeceğim bundan böyle.. annem hala yeterince "etnik" bir temizlik yapmadığımdan yakınsa da, odama bir dirlik, bir düzen, bir ferahlık hakim sayın okurlar. bir tek kitap konusunda anneme hak verebilirim.. şöyle ki, tavana değmeyebilirlerdi, daha yatay sıralayabilseydim ama beceremedim. artık böyle kabul edeceğiz odamı, yapacak bir şey yok.. odamdan çıkan şeyler demişken, evet odamdan çıkan ve sanırım geri dönüşüme uğrasa, bir gastenin tüm okurlarına yetebilecek kağıdı çıkarabilir nicelikteki ıvır zıvırın dışında, mesela babama aldığım çakmak... babam sigara içer ve fakat çakmak kullanmaz. bunu bildiğim halde çakmak alışıma gelince; benim için kullanır sanıyordum. ne aymazlık.. elbette kullanmadı, ama her fırsatta beğendiğini ve arabada taşıdığını söyledi. bir gün ama, kıyıda köşede görünce ele geçirdim.. hafif çaplı üzüldüm, biraz daha geniş çapta kızdım, verdiğim gibi geri aldım. ve sonra işte bir etnik temizlikte bulmak üzere odamın bir yerlerinde yitirdim. neyse, sıkıcı şeyler bunlar..

bugün giriş çıkışlarımı mümkün kılan o kartı kaybettim. gittiğim bir haberde düşürdüm sanıyorum, araçlardan çıkmadı çünkü.. onu yitirmenin beni bu kadar üzeceğini hiç bilmiyordum. niye üzüldüm onu da bilmiyorum ama ağlak bir ifade büründü yüzüme. ağlama dedi önder. ağlamıyordum ama hani böyle kaşları buruşur ya insanın ağlamaya yakın.. işte öyle gibi oldum.. amaaan neyse.. böyle ayrıntılar işte günlerimin içini kemiren.. sonra yine akşam, yine akşam yemeği.. yine sabah, yine apar topar çıkışlar.. ı ıh, şikayet etmiyorum, hiç hem de.. seviyorum işimi, her geçen gün biraz daha çok.. ve hepinizi kendini pikaçu sanıp camdan atlayan çocuklar gibi kucaklıyorum..

Çarşamba, Mayıs 03, 2006

lula: sevimsiz hayalet

günlerden çarşamba. benim en sevdiğim gündü çarşambalar eskiden. sonra noldu bilmiyorum. bir şeyler oldu ve ben çalışmaya başladım. çarşambalar da salılara benzedi. aman neyse. bunları anlatmayacağım. bizim evde boya başladı. evet, amin dedim odam ayağa kalktı. sabah da odamda uyuyamadığım için sekizde uyandım. evden yaka paça çıktığımda aradım şefi, şimdi çıktım evden habere burdan gideyim mi, gazeteye gelmeden dedim. olur dedi. seviyorum şefimi. ritz carlton'a gittim. epey ciddi bir toplantıda buldum kendimi. koyu renk takım elbiseler içindeki yaşlı adamlar radiohead'in paranoid android klibini andırıyordu. ben de içlerinde britney spears gibiydim maalesef. zıpır bir kot elbise üzerimde.. daha kötüsü de elim yetişmedi diye fermuarını tam çekememiştim. evet sırtı dekolteli bir kot elbiseyle ben isim almaya falan çalıştım kendimin farkına varana dek. aslına bakarsanız hep annemin suçu. boya başlattığı için bir, ikinci olarak da sabah benle tartışıp fermuarımı unutturduğu için.. bir anne sabahları kızıyla tartışmamalı bence. daha geçen gün kargayla konuşurken annemle iyi olduğumu söylüyordum. e böyle nazar değer. ve bu arada durum aydınlığa kavuştu. gazetede herkes "dün akşam seni haberlerde gördüm" diyordu ya, en nihayetinde servisteki nur olayı aydınlığa kavuşturdu. eski bir çekim o sanırım dedi, yaz gibiymiş. a tamam o zaman dedim. özdenin mezuniyeti işte. nasıl oldu da tahmin edemedim. komik olan yazın da izleyememiştim, şimdi de izleyemedim. neyse önemi yok. bugün de gazeteye çıkmışım yine. arka planda bir fotoğrafta. elif aradı öğlen, o görmüş.. her yerdesin dedi bana. ne yapmam gerek bilemedim. şef beni sakındıkça (geçen gazetede çıktım diye söylenmişti) ben televizyonda gazetede daha çok görünüyorum.. sakınan göze batan çöp işte..
bu arada teyzem bosnaya götürecekmiş hafta sonu beni. hadi bakalım.
kart atmamı isteyenler adreslerini bırakabilirler..

Pazartesi, Mayıs 01, 2006

kediler köpekler birbirini döverler

köpek mi kedi mi dendiğinde ben hep kediciydim. en azılısından. köpekleri yeterince zeki bulmuyor ve fakat güzel olduklarını kabul ediyordum, kediler kadar olmasa da.. yavru bir köpek istiyorum şimdi. şöyle bir şey belki.. ama derinde daha başka sebepler var sanırım. köpek istemememin derininde.. bu tıpkı teyzemin lafı gibi oldu.. "bir nalım var geriye üç nal ve bir at kaldı." bunun gibi bir şeydi.. evet yavru köpeğim var, geriye bahçeli bir ev, delicesine sevilen bir koca ve üç çocuk kaldı. neyse ki önemli olanı tamam. önemli olan edinmek değil, fikrine alışmak.. bir köpek edineceğim ve hayatım değişecek. orhan pamuk bile şaşacak bu işe.. ondan daha çok da annem afallayacak. bilseydim daha evvel alırdım sana yavru bir setter diyecek. ben ama her şeyin vaktinde olduğuna inanan biri olarak anneme kulak asmayacağım ve böyle saçmalamaya devam edeceğim son sürat.. bir haberde mecburen konuşup adreslerimizi aldığımız tercüman çocuk mail atıp duruyor. ona bu köpek meselesinden bahsetmedim. devamlı fotoğraflar için teşekkür ediyor. ama ş yerine 8-10 tane çince harf çıkıyor. mailleri türkiyeden attığına dair şüphelerim var. cevap vermiyorum, bir bakıyorum bir teşekkür maili daha. sanırım çince öğrenmem gerekecek ona izah etmek için. bir-şey-değil. xu tong mu neydi adı. neyse. daha önemli sorunlarım var benim. ne yer ne içer bu setter? yeni hayatımın bu ilk neşesini daha sahip olmadan sevdim. ne diyordu juliet romeo için: .. hatırlayamadım ama nasılsa alakalı bir şey demiştir. bulunca yazacağıma namusum ve şerefim üzere söz veriyorum.
geçen gün emreyle konuşuyordum. küçükken olmak istediği şeyi söyledi. neydi unuttum ama ben "aman boşver gazetecilik daha iyi, Allah seni seviyormuş" dedim. hayalimdi ama dedi. ben de "senin hayalin başkasının gerçeğidir" gibi bir aforizmayla konuyu kapamaya çalıştım. kapanmadı. senin hayalin neydi dedi. kamyon şoförlüğü dedim. inanmadı. ciddiyim diye yineledim, kamyon şoförü olmak istiyordum. iyi bir kahkaha attıktan sonra, üzülmene gerek yok, senin hayalin kimsenin gerçeği olamaz dedi. hiç de bile dedim. elif tır kullanacak, ehliyet alıyor dedim. inanmadı; "o tırla seni burdan alıncaya kadar inanmam" dedi. erkekler çok zor inanıyor. bu sohbetten çıkardığım sonuç bu. bir diğeri de elif gerçekten beni gazeteden tırla almalı, yoksa hayallerim başkasının gerçeği olamıyor diye yeni bir aforizma üreteceğim..
bir de, sabahları dinç uyanmam için bir öneri bekliyorum sizden. sabahları serviste savrulan başım akşam üstü ağrıyor çünkü. yorumlarınızı cevaplamıyorum diye de kızmayın, ben hiç doğrusu olmayan o deveyim.. hani eğrisin dediklerinde nerem doğru ki diyen.. aman nasılsa siz benden iyi biliyosunuz böyle şeyleri.
iyi haberlerinizi almak dileğiyle yayında emeği geçenleri önce selamlıyor sonra kapı dışarı ediyorum. ve geçen gün televizyonda, haberlerde beni gören esraya sormak istiyorum: benim eflatun, akıllara ziyan bir hırkam var evet ama tarif ettiğin habere gittiğimi hatırlamıyorum, emin misin ben olduğuma?
işte böyle. köpek için isim düşüneceğiz elbette.

Cumartesi, Nisan 29, 2006

domates kokusu

günlerden cumartesi. yağmur yağıyordu, taksiye bindim. atölyeye gittim. sepet gibiyim bu ara. kolajım falan yoktu. bir kendimi alıp gittim. ama fatmayı alıp döndüm. akmerkezde oturduk biraz. saçlarını çok beğeniyorum fatma'nın, bunu ona da söyledim. boyatayım mı dedi, karşı çıktım. haklısın dedi. sonra çay içerken; hayatımın, içeriği boş bir metin gibi sevimsiz durduğunu, okunmayacak kadar uzun, kısaltılamayacak kadar birbirinden bağımsız ayrıntılarla dolu olduğu konusunda bir vaaz vermenin eşiğinden döndüm. onun yerine yeşilin mora, morunsa tüm çocuklara yakıştığını düşündüm. fatma'nın hayattaki duruşunu sevdim. eşyalarla ilişkisini, siyahın üstünde duruşunu. yetişkinken çocuk gibi hareket eden ellerini. çıkışta yürüdüm eve. üşürsün öyle diye bağırdı yeni açılan pub'ın önünde dikilen çocuk. duymadım. yağmurun dinince bıraktığı kokuyu alabilsem keşke dedim içimden. kokuları seviyorum. beş duyumdan en sevdiğim o mu bilmiyorum ama ilk beşe gireceği kesin. domatesi kokladım akşam yemeğinde. uzun zamandır böyle kokan domates görmemiştim dedim. annem garip laflar ettiğimi söyledi. ciddiydim ben oysa. buram buram domates kokuyordu yeşil sapı. masadan kalkarken bir daha kokladım. annem şaşkın şaşkın baktı. çilek aldım dolaptan. kokmuyor, hormonlu mu bu? dedim. değilmiş. görmüyor muymuşum, ufak ufaklarmış..
mış mış mış..

Pazar, Nisan 23, 2006

bugün öğrendiklerim

bugün hayata dair yeni şeyler öğrendim. yeni olmayan şeyler de öğrendim ama tabii onlara öğrendim denmez, farkettim denir. bunların kronolojik olmayan sırası şöyle:
1. çocuk gibi olduğum düşünülüyor. bunun nedenlerini araştırmaya çalıştıysam da pek muvaffak olamadım. ama birkaç ipucu yakaladım. cıvıl cıvıl ve ani hareket ediyormuşum. yoksa öyle çocuk taklidi yapan biri olmadığımı onlar da biliyorlarmış. (gidelim yerine didelim diyen kızları kastediyorum elbette.) pembe giyindiğimde otomatikman yanaklarım da pembeleşiyormuş ki bu da bana ufak bir kız çocuğu görünümü bahşediyormuş. hem ben küs taklidi yaparken de bir hayli çocuklaşıyormuşum.
2. yunanistana giden mesai arkadaşı küpe seven birine küpe alıyor.
3. kart atmak, insanların aklına gelmeyen, sizin tarafınızdan akıllarına getirildiğinde de "öyle saçma şey mi olu?" denilen bir aktivite olmuş.
4. 23 Nisan şenliklerinin birine haber için gidildiğinde muhabir balonları görüp şaşkınlaşırsa foto muhabir onları toplayıp hediye edebiliyor. söylense de arada.
5. bir otelin lobisinde pembe balonunun lastik ipini bir çekip bir bırakan muhabir, muhabirden çok muhabir taklidi yapan, hani çocuk bayramlarında tbmm koltuğuna oturan veletler gibi, anlarsınız ya, işte öyle sahte bir muhabir gibi duruyor.
6. arabada sigara içildiğinde önce tertemiz saçlar dumanı çekiyor. her zaman her yerde en temiz saç benimkisi mi oluyor? (bunun üzerinde daha çok düşünmeliyim)
7. okuduğum kitabı çok seversem, eve varmak istemeyen çocuklar gibi adımlarımı küçültüyorum. ah, yine çocukluk.. bilerek olmadı öğretmenim. ben alinin yanına oturmamak istiyordum aslında. küçük çocukların cinsiyeti olmaz gibi geliyordu. ama alinin saçları niye öyle güzeldi hala anlamıyorum. cinsiyetsiz biri için fazla güzeldi. benimse kıvırcık saçlarımı toka tutmuyordu çoğu zaman. beraber top oynadığımızda da hep aciz kalıyordum. topun kırmızı oluşu beni rahatsız ediyordu bir kere. bana kalsa beyaz olmalıydı, kırmızı gergin bir renk. 16 yaşından küçüklere yasaklanmalı.
8. konuyu dağıtırsam toplayamıyorum.
9. ani difranco "you had time"ı söylerken, beynimden kalbime inceden bir tünel kazılıyor, trenler değil de hep tırtıllar ilerliyor. kalbimde kelebek olacaklar gibi geliyor.
10. yanılgılar sabahları eksiltiyor.

Cuma, Nisan 21, 2006

devran döner

işler sarpa sarmaya başladı. şöyle ki, dün eve 10 gibi geldim. babam ve annem sinirli bense yorgundum. gece haberlerine gitmemek gibi bir lüks talep edemeyeceğim için akşam istinye borusan'da bilmemne defilesine gitmiştim. müthiş zevk alıyormuşum gibi sanki, annem "işini buldun, sabah akşam gez, evin yüzünü görme.." gibi laflarla beynimi kemirdi. bilse ki ben akşam orda birbirinden çirkin mankenleri izleyerek sıkılıyordum. gözüm saatteydi. foto muhabir arkadaş işini bitirse de gitsek diyordum. bitse de gitsek.. bitse de gitsek.. bitip de gittiğimizde saat 10'du işte. pijamamı giyecektim ki annem geldi, veee işte o malum cümleleri sarfetti. ben aslında bunları anlatmamak istiyorum. ne anlatsam bilemiyorum. hmmm, mesela gizli mailin sahibi bulundu. sahaflardan onurmuş. başka başka? ne desem başka?
..
pek bir şey diyememişim anlaşılan. günlerden cumartesi şimdi. yeğen bizde. ablamla beraber. susam sokağının orjinaline hasta olan ufaklık lap topun yamacından ayrılmıyor. neyse..
bildirmeye devam edecegim.
lula, etiler, istanbul

Salı, Nisan 18, 2006

kolilenmis aksamlar

bunu çekip, ardından bana yollayan mesai arkadaşım önder hiç utanmadan bir de not düşmüş: "al, pabuçların.. diline benziyo" diye.. güle güle yazdı bunu. gördüm yazarken. eğleniyor benle. kızmıyorum ama. niyeyse gazetede pek evcimen pek uslu, yersiz derecede uysalım. pabuçlarımın farklı oluşuyla dalga geçenlere bile gülümseyerek "birini ter yüz ettim." gibisinden saçma ve sapsız cümleler sarfediyor, akşam olmadan pilimi bitiriyorum. bugün güzel bir gündü ama. şöyle ki, 3 habere gittim, tek başıma. (meali: stajyerlik sona eriyor.) akşam haberim taksim pera müzesindeydi. ordan çıkınca robinsona uğradım. vaktiyle ablamın katıldığı bir yaratıcı yazarlık semineri vardı. 3 ay falan sürüyordu her sezon. bir akşam ablam benim yazdığım (yani benim el yazım, yoksa ben yazmadım hikayeyi) yazıyla gidince çocuklardan biri sormuşmuş bu kimin yazısı diye. kardeşimin deyince ablam, amerikan koleji mezunu mu demiş o şahıs. ablam da, hayır ama resimle uğraşıyor, belki ondandır gibi, "böyle saçma soruya böyle saçma cevap" niteliğinde karşılık vermişmiş. işte lafı fazla uzatmadan, bu alık soruyu soran kişinin kitabı çıkmış. onu gördüm robinsonda. "bak sen.." dedim kendime, millet kitap çıkartıyor.. içini açınca kitabım olmadığına sevinsem de, yine de dönüş yolu bir hayli sıkıcı geçti. hiçbir sevinç kar etmedi. if09'un gece spor yapan gavurlar sınıflandırmasına giren birini gördüm mesela eve dönerken. ben, dilim dışarda, eve ulaşmak için adımlarımı sayarken adam var gücüyle koşuyordu. hayır hiç imrenmedim. aksine eve gitsem koltuğa gömülsem, bıkana dek kanalları değiştirsem, sonra uyuklasam, kalksam yatağıma güzelce yatsam... böyle gündüz düşleri işte kurduğum.. oysa eve gelince üstümü değiştirmeden yemek yiyorum, müzik dinliyorum, biraz kitap okuyayım diyorum, al sana sabaha beş var. böylelikle günlerimin gecesi olmuyor. hep bir sabah sendromu içersindeyim dostlar. eve geliyorum sabah, gazeteye gidiyorum sabah.. 'akşamlar'ı hangi koliye tıktılarsa açmalarını arz ediyorum. gerekli makamlara yazacağım şikayetimde imza yerine parmak izi kullanmakta da kararlıyım.
a bu arada, bir mail gelmiş bana:
"sevgili lula ;
insanın trajı ciddiye alınacak bir gazetede yazan,her ne kadar daha stajer aşamasında olsada,yazısını okuyup,olumlu veye olumsuz düşüncelerini aktarabileceği bir arkadaşı olması,öyle her zaman denk gelecek bir durum değil.Anlaşılan, mesai saatlerinin düzensizliği bir takım sorunlar yaratıyor ama eminim ki;müdürlerin senin mesai saatlerde özel bir ayarlama yapılabilecek kadar gelecek vaad eden bir gazeteci olduğunun farkındadırlar.
O yüzden sakın işini bırakmayı filan düşünme.hele ben daha ;yazılarını okuyup,işte ben bu yazıların sahibini tanıyorum demeden asla...."
tanıyan ya da tanıyacak olan varsa irtibata geçebilir mi? böyle meraklar zihnimi meşgul ediyor..
saygılar..

Pazar, Nisan 16, 2006

the end

lodos nerden eserse ordan geri geliyor masal. kaldığı yerden. adamı hala kadına sarılı buluyoruz bu karede. kuş biraz ilerlemiş, uçaksa izini bile bırakmamış. yaşlı adam, kördü evet ama aynı zamanda yaşlıydı da, işte o artık boncuklarla uğraşmıyor. doğuştan kör biri için çok uzun yaşadığını düşünüyor sessizce. dicey başka bir şarkıdan önce başka bir anonsun gerginliğini hissediyor. kedisiyse evin yolunu aradıkça daha çok kayboluyor. ve gamze.. babasının çenesindeki gamzeye gülümseyen çocuk..
"sen bu dünyaya mı aitsin/hayatın nasıl olduğu değil kimlerle olduğu/önemli dersin/göğe ara sıra başını kaldır bak öyleyse/kendine ait bir yıldız bulabilir misin/içinde hiç bir şey olmayan bir dünya özlüyorsun/hadi bir kaç şeyi daha atsak boşluğa/sevinir misin"
çocuğa bu şiiri okuyor kadın. onun neye gülümsediğini bilerek, kendi de aynı gamzeye tebessüm ederek. sonra başka bir coğrafyada, güney amerikada mesela, bir tarla dolusu kelebek göç ediyor. televizyondan belgeseli izleyen adam onların bu kadar uzun süre uçabileceğine inanmıyor. yine de kumandaya uzanmıyor. tarlayı kaplayan kırmızı-turuncu kelebeklere bakıyor. içerde sızlanan köpek tasmasını ağzına alıyor, gezmek istiyor. bir köpeğin kendi başına gezemiyor oluşu adamın canını sıkıyor. çelimsiz kelebeklerin kilometrelerce uzağa gidişini yeni izlemiş biri için normal diye düşünüyor yazar. tüm bunlardan habersiz bir iç ses yerleşiyor yazıya. ne belgesel izleyen adama, ne köpeğine, ne gamzeye gülümseyen kadına ne de yazara ait bir iç ses.. usul usul mırıldanıyor: "olmalı mı olmamalı mı..." diye.. "yoksa hiç düşünmemeli mi.." diye devam ediyor yolda yürüyen biri. ama iç sesten daha güzel sesi. koroda şarkı söylemişliği var sanıyor yazar. doğruluyor kadın, 3 sene çok sesli korodaydım diyor. sonra başka biri konuşmaya dahil olmak için yazara sesleniyor. yazar saçını beğenmiyor, belki başka masalda diyor. işler çığrından çıkıyor. iç ses müdahale etmek için doğruluyor. yazarsa ondan önce davranıyor.
the end

Cumartesi, Nisan 15, 2006

masal

sevgiye yıllık yazısı yazdım dün. bir boğaziçi üniversitesi yıllığında yazım var yani şimdi. aman ne güzel! halay çekip oynayalım. kendimle dalga geçersem başkalarıyla geçecek vakit bulamam. annem benle eğleniyor ama. "maaş falan aldığı yok.. elbiselerinin arkasına 'babam sağolsun' yazdıracak" diyor teyzeme. gülüyorlar. gülecektim ben de ama sonra vazgeçtim. en çok sevdiğim şeyleri sıralayabilirsem, becerebilirsem; yağmur sonrası kokusu dolacak içime. kırmızı bir bisiklet patika yolda küçülecek, küçülecek, görünmez olacak, bir adam karşısındaki kadına yalnız kendilerinin anlayacağı bir şey fısıldayacak, kadın sarılacak adama, adam kadının sarılışını daha çok hissetmek için gözlerini yumacak, ikisinin de görmediği bir uçak çook çook yüksekten geçecek, sevgilileri farketmeyen bir kuş uçağı sebepsizce takip edecek, yerel bir radyonun isimsiz diceyi sıradaki parçayı kendini terkeden kedisi için çalacak: 'back together', radyoyu dinleyen bir kör avuçlarındaki boncukları masaya koyacak teker teker, sonra tekrar alacak masadan, vakti geçirmek için, bir kız çocuğu babasının çenesindeki gamzeye bakıp gülümseyecek, o kız çocuğuna bakan bir kadın da gülümseyecek, çocuğun neye gülümsediğini bilerek, sonra lodos bütün bunları alıp başka 'an'ların yanına taşıyacak; geriye baş ağrısı kalacak, geriye sersemlik..

Perşembe, Nisan 13, 2006

protokolektif

saat 7'yi iki geçiyor. buçuğa 28 var. evet hesap yapabiliyorum çoğu zaman. babam işi bırakmamı söyledi dün sabah. babama inat falan değil, denk geldi daha çok. şef beni akşam haberine yolladı. ödül törenine. foto muhabir levent de vardı. üç dakikada bir "lula eğleniyor musun?" diye sordu. "yaa sorma(!)" dedim ben de hep. 12 gibi geldim eve. üstümü değiştirmeden oturdum, hediye gelen çikolataları yedim. bir üç beş derken kutuyu bitirdim sayılır. kendimi başka şeylere vermeliyim. uzak doğu sporları gibi, yamaç paraşütü gibi.. protokol koltuklarından uzak yerlere gitmeliyim. sevinç bir haber yapmıştı, balayı köyü diye. işte öyle bir şey lazım bana. iyileşme köyü gibi.. iyileşip döneceğim diye not bırakacağım telesekreterime. arkadaşlarım da oralı olmayacak. hep cepten arayacaklar, hiç mesaj bırakmayacaklar odamdaki telefona.. zaten babam da laf etmişti telefonu alırken: "bu zamanda telesekreter ne işe yarar?" diye. bu işe yarar baba. bir insanı mutlu etmeye mesela. ben telesekreter mesajlarıyla mutlu olabilen biriyim. "lulaaaa çok özledim seni.." ya da "lulacım, aradım ulaşamadım, bir ara dön bana." gibi.
sonuç itibariyle saat 7'yi onaltı gibi bir şey geçiyor. servise binip kulaklığımı takıp karanlığa karışacağım birazdan. ben var ya, işte lula, saçmalamamak için hep konserve yapacağım laflarımı.. bugün değil ama belki sonra kullanırım diye..

Cuma, Nisan 07, 2006

lula: kaldığı yerden..

"evet, somut şiirler yazıyorum ben, siz de bok yiyin!"
ahmet güntan
insanların olur olmadık tespitlerde bulunması canımı sıkmaya başladı. kimseye hiçbir şey kanıtlamaya çalışmıyorum. siz memnun olacaksınız, iyi yazacağım diye annemle papaz olacak değilim. çemkirmiyorum da, az kaldı. ismini yazmadan atıp tutan herkese kızgınım. siz burda dilediğiniz gibi at koşturuyorsanız bu, kılıç kuşanabildiğim içindir. sizi tanımıyorum. tanımak istememek gibi bir inisiyatif kullanıyorum. elinizi eteğinizi elinizle eteğimi çekiştirme işinden çekseniz keşke.
elbiselerimi kesiyorum. başka şeyler iliştiriyorum üstüne, dikiyorum sonra. stres atıyorum sanıyordum ama büsbütün çileden çıktım bu son seferde. neyse ki sonuç iyi oldu. elime yüzüme bulaşmadı. kızgınım ama kime bilmiyorum. geçecek ama geçene dek sancısını çekmek bana düşecek.. bir kez m. bana şöyle demişti: "unutmayacaksın ama hatırladığında canın acımayacak eskisi gibi.." o belki bunu dediğini bile hatırlamıyor şimdi.. hatırlamak istemeyince unutur mu insan, hafızasını öteleyebilir mi? hayırsa bile her gün yediğimiz bir nane bu. unutmaya çalışmak. biri duymak istemediğimiz bir şey mi diyor, hemen unutmak istiyoruz. bir arkadaşımız yan mı çiziyor sinemaya.. ya da bazen hiç yoktan. sıkıldığımızda kendimizden. oldu bu bana. hala da olur ara ara. bahsetmek istemiyorum şimdi.
"senin bu kadar güzel giyinmen yasaklanmalı. dikkat dağıtıyorsun.."
dağılmasın dikkatler. sağdan gidersem hep, soldakiler rahat eder. merdivenleri ne kadar az inip çıkarsam o kadar az yorulurum. aşağı bakarsam tanıdıkları görürüm. selam vermeyince neden vermediğimi merak edebilirler. elbisemi ya da ensemdeki beni sorabilirler.. elbisemi ben diktim bense annemden yadigar.. benlerimi sayarsam çoğalırlar. tabi siz onlara sen demelisiniz. boş vakitlerimde dikiş diktiğimi kimse bilmiyor. dikiş dikmek için fazla güzelmişim. ama akıllı değilim yeterince gibi bir sonuç çıkıyor. üzülüyorum. zeka yüzde doksan anneden geçiyor. anneme kızmıyorum. ikiyle ikiyi ne zaman toplasam sonuç beş çıkıyor. hepsi benim suçum. hepsi sağı solundan farklı pabuçlarımın suçu.. suç cezaya uymuyorsa cezayı suça uydurmalı diye düşünmemeliydim esasen.. ben aslında kabuğuma geri dönsem.. uyusam uyusam uyandığımda güller açmış olsa karşı bahçede.. camı açtığımda kokuları genzime dolsa.. marmelat yapsam ben yine babanemle yan yana..
uyuyacağım şimdi. rüyamda deniz akkaya olmasın. ne o ne başka kadınlar benim rüyamda ayarmasın.. rüyalarımda başka kadınları ayartan erkekleri sevmiyorum. ve evet somut şiirler okuyorum..

Cumartesi, Nisan 01, 2006

bir bilseniz rengarenksiniz

rıdvan çekmiş bunu. yok hayır o rıdvan değil, gazeteden bu, foto muhabir. görünce dayanamadım. serinin tamamını istedim. yollayacak. balon fetişistiyim ben, en alengirlisinden.. burdan yayında emeği geçenlere teşekkür ediyorum, başta rıdvana sonra serbeste en son da şefe.. (haber müdürüm bir kaç gündür izinli, yoksa ilk teşekkür ona olurdu..) -hiç fotoğraf altı notuna benzemedi bu. büyüyünce benzer umarım..-

Perşembe, Mart 30, 2006

tek rakibim kayahan

çok melankoliğim bugün. tek rakibim kayahan. o derece. sabah kahvaltı vardı gazetede. sözde erken gelecektim. servissiz. olmadı. servise bile yetişemiyordum nerdeyse. 7 buçukta zor uyandım. takside topladım saçımı. toplanmadı ya neyse. kahvaltıya yetişemeyeceğimi bildiğimden atıştırmak için kepekli poğaça aldım. servisi gördüm ufukta, lakin yeşile dönmemişti ışık. şoför aradı beni. nerdeydim? görüyorum sizi ama karşıya geçemiyorum, ışık hala kırmızı dedim. çabuk ol dedi. ne demek istedi anlamadım. yeşil yanınca koştum. arka kapıyı açtı, bindim, oturdum. uyumayı diledim, beceremeyince gazete okudum. toplantıya apar topar girip serbestten sandelyesini istedim. vermedi mikrop. ben içerden almaya gitmeye yeltenince kalktı. ama bu sefer de istemedim. yazımı çok güzel bulduğunu ifade etti. "yazını çok güzel buluyorum. çok özgün" şeklinde konuştu. gülüyor musunuz siz de? evet bu sıkıcı lisan haberlere mahsus. öylece orda kalsın.. boyu devrilesice.. nergisle habere gittik. ritz carlton'a. şef beni biraz da bilerek yolladı. biliyor aslında öyle toplantıları sevmediğimi.. ürün tanıtımı vs.. ama kahvaltılıymış. acıdı kahvaltı edemedim diye. ben de onu üzmemek için gittim habere. nergisle. üff gerisini anlatmak istemiyorum. öfkeyle kalkan zararla oturur. taksici sahte para verdi. oysa naziktim nergise karşı. neyse. önemi yok şimdi. bloody saturdayi sormuş canavar. merak edilecek bir şey değil. bir kadının hamile olduğunu öğrenmesi gibiydi. bir ağlayıp açılacaktım. ama ayarım şaştı. önce açıldım sonra ağladım. pek isabetli olmadı. şef beni şefkatle yanına oturttu. teselli etti. izin verdi. hem cumartesi öğleden sonrası için hem de pazar için. emre sordu sonra "baban kim senin?" gülümsedim. cumartesi geçmişti salıydı günlerden. önemli biri değil babam, tanımazsın dedim. "o zaman annen.." dedi. hayır dedim. "bendeki cevheri hemen anlıyor insanlar siz hariç" dedim önderle ikisine. güldü emre, "bu gazetenin ve hatta haber merkezinin tam da senin gibi birine ihtiyacı vardı, değil mi önder?" dedi. güldük beraber. ben biraz mahçup.. bugün yine çok takıldılar bana. biri daha var. ama çok isim vermek istemiyorum. aklınız karışacak. işte o kişi de benim beraber habere gittiğim kişilerin aklını aldığımı söyledi. kimliğini unutuyormuş benle habere giden.. ne denir bilemiyorum. o yüzden susuyorum. ama şefe susmayı beceremiyorum her zaman. masama geldi, bu ne diye sordu. telefon dedim. yandan bir gülüş yerleşti yüzüne, hadi ya, dedi. ah pardon diye utandım. ne marka dedi, ben de hala akıllanmamış gibi, samsung dedim. bu sefer güldü.. okuyabiliyorum biraz dedi. ben daha çok mahçup oldum.. "ben.. afedersiniz.." dediysem de o gülmeye devam etti. güzelmiş telefonun, modelini merak etmiştim dedi.. söyledim, e 760 dedim. sonra gülerek uzaklaştı. seviyor beni.. ben de onu. en çok haber müdürümü sonra şefimi.. hiyerarşik bir sıralama gibi dursa da değil.. ayşegülü seviyorum sonra.. şeften sonra o gelmiyor misal.. aman allahım ne saçmalıyorum ben.. kimse durdurmuyor beni, hep ondan..
neden melankolik olduğumu anlatacaktım aslında ama sustum bir kere..
konuşamam..

Çarşamba, Mart 29, 2006

bloody saturday için son söz

beni sevmeyenler olacak elbette. sevmediklerim de. ama düşünmemek istiyorum bunu. mümkünse düşünmek için gerekli olan uzvumu süresiz izne yollamak, aklını başına devşirene kadar dönmemesini sağlamak istiyorum. cumartesiler uzamayacaksa pazartesiler, salılar hatta perşembeler bile kısalsın istiyorum. isteklerimi dilek şikayet kutusuna değil de mektupla cumhurbaşkanlığına yollamak istiyorum. veto edeceğini bilsem bile.. politika yok. yapamam zaten. bugün güzel bir gün olabilirdi. dün gibi. ama olmadı. dün ayşegülle habere gittik beraber. şef beni seviyor. belli de ediyor. üzüleceğim diye korkuyor sanırım. sevgisi ordan. nevrotik buluyor belki de beni herkes gibi .. mühim değil. nergis (takma adı bu onun) de sevmiyor beni. 1 okur da. m. de.. ama en çok ben sevmiyorum kendimi. kendime sunacağım bir sürprizim olmadığı için galiba. bugün erken çıktım. sahaflara uğradım. alacağım birkaç kitap vardı. onura rastladım. insanların gözleri parlıyor gazetede olduğumu söylediğimde. hele bir de haberim çıktı deyince, cidden önemliyim sanıyorlar. oysa gazetede bana sosyete diyorlar. pek önemli bir duruşum yokmuş gibi. iyi yazdığımı inkar etmiyorlarmış ama.. elit bir üslubum varmış, aristokrat.. her fırsatta eğleniyorlar benle. hele sevinç diye biri var. epeydir gazetedeymiş. işte o beni çok beğeniyormuş, imajmeykır diyor beni ne zaman görse.. seviyolar beni gibi. nergis hariç. bense umursamıyorum onu. neyse. hale nergisin beni kıskandığını iddia ediyor. 3 haberim çıktı, biri manşet. sayfa manşeti. bunun dışında şef bana ayşegülle bu kadar takılırsak çok sıkı dost olacağımızı ama iyi gazeteci olamayacağımızı söyledi. ama her fırsatta nasıl olduğumu sorarak. kötüyüm desem vazgeçecek, söylemeyecek. ağlama krizine falan girerim diye korkuyor sanırım. geçtiğimiz değil bir önceki cumartesi olanlardan sonra böyle oldu. ama anlatmak gelmiyor içimden pek. olduğumdan daha aciz, daha ağlak durmak istemiyorum. en ağlak, en depresif ben olabilirim ama yine de duymak istemiyorum bunu. denizkızı merak ederse anlatacağım zira diğerleri biliyor hadiseyi. bilen bilmeyene anlatmasın. bir anlatıcı yeter bu sayfaya. bir bile olamıyor çoğu zaman. "katılaşıyor.." eksik ve parçalanmış yanlarını hiçbir uhu yapıştırmıyor. böyle aniden ahmet altan kesiliyor. ucuz cümleler sarfediyor. şefkat beklediği için. hep bu yüzden. şimdi hatırladım denizkızı da biliyor "bloodysaturday"i. nasıl ağladığımı. nasıl teselli edildiğimi. neyse. burada kesiyorum. bıçak sırtıyım ben. bir bütünü en anlamsız yerde kesmeye yeltenen..

Cumartesi, Mart 25, 2006

istemek ve basarmak

beş buçuk. karnım ağrıyarak uyandım. hep o devil's food denilen pastanın yüzünden. bu sefer değil annemlere kendime bile yaranamadım. geçen sefer çilekli bir pasta almıştım boğaziçi pastanesinden. burun kıvırmıştı herkes. babam ertesi gün nispet yapar gibi en alasında bir çilekli pastayla gelmişti art cafe'den. içinde çilek tarlası var gibiydi. peki, demiştim, bir daha jest mest yok size. ama dün dayanamadım. bu sefer panexten çikolatadan mürekkep bu şeytan şeysini aldım. ama noldu? ben servisi hazır edinceye dek (eve 10'a doğru geldim zaten) herkesler uyumuş oldu. ablamla ben vardık sadece. bir de televizyondaki hitchcock filmi. berbat bir oyunculukla boğuluyordu çirkin ve sevimsiz kadınlar. ama katil çok daha çirkindi, sırf yüzden maktuller güzelmiş gibi görünüyordu. göz yanılsaması hepsi. güzel ya da çirkin yok zaten bence. kıyas var. istemsiz kıyas. misal içimizde böyle bir düşünce yok, ama gözün gördüğü her şeyi kıyaslıyor beyin. biri diğerinden daha kırmızıysa elmaların hep bu yüzden. biri daha güzelse kadınlardan yine bu yüzden. umutsuz ev kadınlarında, o kızıl olan bree olmasaydı, diğerleri de pekala güzel sayılabilirdi mesela. örnekler çoğaltılabilir. çoğalan örnek ne işe yarar bilemiyorum ama. bugün sempozyumdaydık. önder ve ayak bağı olarak ben. işi öğreneceğim ya sözde. sızmaktan başka bir şey beceremiyorum panellerde ve sempozyumlarda. bilmemkimi ayırma gözünün önünden diyor önder. ama benim göz kapaklarım kapanmaya meylediyor ilk fırsatta. uyanık olmam gerek. ne utanç verici. uyanık tutmaya çalışıyorum kendimi. not düşüyor önder defterime "uykun mu geldi?" diye. hiç gitmedi diyemiyorum. "gece bir türlü yatmadığımdan, sabahları kalkamıyorum, uykumu alamıyorum hiç.." oysa origamiden vakitler yapıyorum kendime. eve gelir gelmez uyumamak için.. dikiş dikiyorum örneğin. dün gece böyleydi. ama sabah diktiğim şey çok yabani göründü gözüme. böyle pokahantas gibi.. ne tuhaf; yatmadan evvel o kadar beğenmiştim halbuki, işe giderken giyerim gibi gelmişti. yanılmak ne sıkıcı. yanılmamak da sıkıcı belki ama en azından bir haysiyeti var. istedim ve başardım gibi. hırstan nefret ediyorum. körü körüne olanından. Bir süre sonra niye istediğini unutmaktan. hırslı biri değilim. olmadığım için nefret etmiyorum ama. başka sebepler. olduğundan küçük gösteriyor bir kere insanı. olmadığı kadar sevimsiz bir de. boş verin aslında. hırstan bahsetmek istemiyorum. düpedüz mutluyum bu ara. bundan bahsetmek istiyorum. dün hale aradı. üzgündü. teselli edebilme yeteneğim yok benim. hiç olmadı. ne zaman kendimi teselli etmeye yeltensem hep ağırlaştı vakam. daha beter oldum. daha umutsuz. ben kendi açığını en çabuk yakalayan insan olmalıyım. bir de en acımasız eleştiren. kendini sevmek için hep çok fazla didinen. haber müdürüm kendime haksızlık ettiğimi düşünüyor. öyle dedi birkaç sefer. belki de. bilmiyorum. düşünmüyorum da bunu. bugünü düşünüyorum. cumartesiler 36 saat olsun istiyorum. pankart açmak, manşet olmak istiyorum. istemek ve başarmak, ne tuhaf sözcükler. güzel güzel sigur rós dinliyorum. güzel güzel.. karnım ağrımıyor atık. müsade istiyorum. tüm başaramadığım isteklerden.