Cumartesi, Mart 29, 2008

jömapel lula

fransızca sınavında çuvalladım.

Pazartesi, Mart 24, 2008

kehanet

kendini gerçekleştiren kehanetlerle dolu hayatım. geçen gün işten ayrıldığımı sanan muhasebeci ve çaycının kehaneti belki, benim değil. işten ayrıldım..
yani, dedim teyzeme, teknik olarak ben patronu kovdum.. sonra günahımı dahi bırakmak istemediğim mekanda ne var ne yoksa topladım. sakinliğimi kaybettim ama aniden. deliler gibi ağlamaya başladım. serkan junior ve hüseyin tuhaf tuhaf baktı bana. yardımcı olacak bir şey yoktu. vazoda sarı erengüllerim vardı, en son onları sardım kağıda. avni beyle karşılaştım, borcumu ödeyip vedalaştım..

Cuma, Mart 21, 2008

nikki dies to

tabancayı başıma doğrultan takım elbiseli adama bakamadım. sımsıkı yumdum gözlerimi. insan ölürken ne düşünür, diye düşündüm. ama korkudan bir şey düşünemedim. ilk kez sıçrayarak uyandım hayatımda. ölümü anlamak üzereydim oysa. wittgenstein haklı galiba, ölüm yaşama dahil değil. başlı başına duruyor orada. anlamak için ölmek gerekiyor. bütün bunlar, siyah takım elbiseli adamlar, patlamış mısırlar ve tabancalar bir yana, adam silahını kafama dayadığında tok ve acımasız bir sesle, nikki dies to, dedi..
annem güldü bu rüyaya. derinliklerimle oynama dedim anneme, derinliklerimle oynama..

son ütücü

birden çok şey vardı. sadece kafamda değil elbette, masamda da. bütün bunlar halledilmeliydi. bense giderek kaybediyordum sahip olduğum heyecanı ve diğer şeyleri.. belirsizlik içimi kemiriyor, ne bugünü ne yarını ne de daha sonrayı düşleyebiliyordum. ne düşünürsem düşüneyim hep birden fazla yerde çuvallıyordum. canım burnumdaydı kısaca. canım bir hayli burnumdaydı. bilgisarayım arızalıydı bir de. ve işte patronu arayıp çıkıyorum dedim, neden, dedi. bilgisarayım bozuk, dedim. kafamsa daha bozuktu ama bunu ona söylememem gerektiğini biliyordum çok şükür. iyi, peki, dedi. iyice, pekiyice çıktım. yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. beşiktaş'a dek. eve gitsem mi gitmesem mi bilemedim. o sırada telefon geldi, telefonlara ve çaylara bakması gereken kız arıyordu işten; birsen. lula hanım merhaba, yoksunuz yerinizde de merak ettim, dedi. çıktım birsen, patrona haber verdim ben, dedim. ha, tamam dedi. anlamış gibiydi. ama neden sonra anlamadığı ortaya çıktı. yarım saat kadar sonra, ben hala ne yapacağıma karar verememişken, muhasebeden ve diğer her şeyden sorumlu sena aradı. birsen dedi ki, patronla konuşmuş işten ayrılmışsın, lula, neden? allahım evet, evet.. evet sena ayrıldım.. bütün bunlar beni hasta etti. zaten hasta benliğim büsbütün delirdi. böyle zamanlarda diğer insanlar napıyor merak ettim. ben hiç tutarlı biri değildim. düzenli alışkanlıklarım yoktu. düzenli olarak deliriyor ama delirdiğim zamanlarda kendimi nereye atacağımı bir türlü bilemiyordum. daha akıllıca bir şey gelmedi aklıma. önce kumaşçıya gidip parça kumaş aldım, sonra da terziye gidip bu kumaşları napsak, dedim. güldü zafer bey. gel sen bir sakinleş, dedi. oturdum, bir parça sakinleştim. o bana birşeyler dikerken ben de ütü yaptım. uzun uzun ütüledim işte ne var ne yok.. sonra dışarı adım attım. kapalı telefonumu açtım. mesaj üstüne mesaj aldım. duygu aramış ve telesekretere müthiş bir mesaj bırakmış. onu dinledim. telesekreter uzmanı ilan ettim onu; o da beni son ütücü.. sonra eve geldim. her şeye yeniden bir el atayım dedim ki, içim geçmiş. uyandığımda her şey her yerdeydi.

Cuma, Mart 07, 2008

the not knowing

hey, i've been hoping you've been thinking of me, no matter what the time

Çarşamba, Mart 05, 2008

ruhta ne çok leke

elele tutuşuyor olsaydık düşmezdim belki, diye düşündüm.