Çarşamba, Haziran 30, 2010

infilak

bu ara hormonlarımda bir problem olabilir. sulugöz oldum çıktım. yaklaşık iki haftadır ağlamaktan daha iyi yaptığım bir şey yok. bir şey diyorum, ağlıyorum; bir şey demiyorum ağlıyorum, bir şey duyuyorum ağlıyorum; bir şey duymuyorum ağlıyorum. devamlı bir ağıt. bazen hıçkırarak bazen içli içli. en son kanyon'un önündeydik. bir şey diyecek misin, dedi. yoksa taksiye binip gidecekti. durdum. banka oturduk. o bir sigara yaktı. ben onun dumanına baktım. bir şey demeliyim, bir şey demeliyim diye bacaklarımı sıktım. sonra hiçbir şey demedim. usul usul ağladım. kalktık. ben gene bir halt diyememiştim. bana döndü, lula, dedi. sarılacak oldu ve işte ben o anda tam anlamıyla infilak ettim. hıçkıra hıçkıra.. aylaynır filan kalmadı ortada. gözler kan çanağı.. o korkunç gotik kızlara döndüğümü ancak 28 bin kişi gözüme gözüme baktıktan, tuvaletteki aynada kendimi gördükten sonra anladım. sonra biraz sakinleştim. annemin seksenlerden kalan guy laroche gözlüğünü taktım. birlikte yürüdük. evin yolu hiç o kadar içli görünmemişti gözüme.

Cuma, Haziran 25, 2010

Çarşamba, Haziran 23, 2010

ece ayhan'dan söz açmak

"Ankara’da, Cumhuriyet’in başkentinde, seçkin bir üniversitenin güzel sanatlar fakültesinin düzenlediği bir konferansta bir araya toplanmış lisansüstü öğrenciler olarak, öğretmenlerinin gözdeleri, karnelerini aldıktan sonra eve rahatça gidebilen öğrenciler olarak, yıl sonu müsamerelerinde rol almış, sınıfın ön sıralarında oturan öğrenciler olarak, Ece Ayhan’dan, devletten ve çocuklardan söz açıyorsak, bazı sınıf arkadaşlarımızın neden burada olmadıklarını sorarak işe başlamamız gerekir. Sınıflarımızın arka sıralarında oturan çift dikişliler, kapıcı ve çingene çocukları, “Kürt çiçekleri,” erkek Fatma’lar ve yumuşak oğlanlar ilkokuldan itibaren birer ikişer gözden kaybolurlar."
e. barca (haziran 2010)

Pazartesi, Haziran 21, 2010

yeşil ekran

eve geldim. banyoya girdim. yüzümü yıkamak için musluğu açıp eğildim. sonra aynada kafamdaki yeşil şeyi farkettim. yaprak sanıp atacaktım ki kımıldamaya başladı. saçıma sinek dolanalı birkaç sene olmuştu ama tırtıla ilk kez rastlıyordum. haliyle biraz panikledim. annem sonra onu aldı. sevimli bile buldu inanmazsınız. ve bana dönüp dedi ki; "hani kanyon'a gidecektin?"

Pazar, Haziran 20, 2010

lulaontheair

söylene söylene bir twitter hesabı açtım bakalım. geçen senelerde dnzkz bana bir davetiye yollamıştı ve ben ne kadar lüzumsuz birşey bu, diyerekten icabet etmemiştim. fakat şimdi son derece lüzumlu(!) olduğuna kani oldum. ve sevgilimin yokluğunda, sıkıntıdan bir hesap edindim. (la luz'a da bana eşlik ettiği için teşekkür ediyorum) şimdi, dünyanın en saçma aforizmalarını, evet muhakkak aforizmik konuşulmalıymış twitter'da, yazmak için kolları sıvadım. e şey, merak ederseniz, sahne adım, lulaontheair.

Cumartesi, Haziran 19, 2010

last night a dj ruined his life

lula severler tünaydın. bugünkü makalemde size bir dj'in dramından bahsetmek istiyorum. kendisini tanımıyor ve dahi bilmiyorum. ve fakat yaşadığı dramı gözler önüne sermek boynumun borcu oldu. şimdi biz geçen gece bir düğüne davetli olarak katıldık. başka türlü katılmak mümkün mü onu bilemiyorum. şahane bir kır düğünüydü. güneş batmış kuşlar çıldırmıştı olay yerine vardığımızda. şehrin neredeyse dışı sayılabilecek mekanda gelinle damadın evet diyeceği çadır da çiçeklerle süslenmişti. her kadın kır düğününden hoşlanır. benim gördüğüm kadarıyla erkekler de çok memnundu. gelinle damadımız evet dediler ve leonard cohen'in dance me to the end of love'ında dansetmek üzere piste doğru ilerlediler. bence çok güzel bir ilerlemeydi. zaten gelini çok severim. anladığınız üzere biz kız tarafıydık. neyse efendim, ne diyordum, işte olan o an oldu. şarkı şahane gidiyordu, gitti de. ne zaman halk piste geldi, vatandaş da sahneyi terketmedi ve büyük kalabalık şarkılar eşliğinde dansetmeye başladı, bir şarkının, en orta ve çılgın yerinde parça önce hızlandı ve fena halde tiz bir sesle cazırdamaya başladı. nasıl olduysa müdahalede epey geç kalındı. uzaktan seçebilidğim kadarıyla dj küfür ediyor ve eliyle sinirini ifade eden hareketler yapıyordu. kulaklarımızı tıkadık. sonra başka şarkıya geçti: sezen aksu'nun rakkas'ıydı sanırım. hiçbir şey olmamışçasına devam etti kalabalık. ama ben dj'in yüzündeki acıyı seçebildim okurlar. başarısızlık tüm memelilerde aynı düşkırıklığına sebep oluyormuş onu da birkez daha görmüş oldum.

Çarşamba, Haziran 16, 2010

Salı, Haziran 08, 2010

lula's little elbows

"sometimes you feel you've got
the emptiest arms in the whole world"
bir kadının giyebileceği en güzel giysi sevdiği adamın kollarıdır, ben ona sahip olamayanlar için moda yapıyorum, diyen kimdi, sanırım yves saint laurent. bir de gülin'in nişanlısı vardı laurent. evlenmişlerdir şimdiye. bir serbest çağrışımdır gidiyor sabah sabah. ve yani demek oluyor ki moda, yalnız kadınlar içindir. öyle midir? moda sadece bir semt adıydı ben küçükken. gerçi ben evin bahçesinden pek çıkmazdım ve bisikletçilerin olduğu alt geçidi, üniversiteye gidene dek oranın adının saraçhane olduğunu öğrenemeyecektim; şehrin dışında zannediyordum. benim dünyam ufacıktı işte. ben zaten ufacıktım. bir dolu hastalıkla başetmeye çalışıyordum. hep çok öksürüyordum. ben bir öksürük hastası mıydım? neydim bilmiyorum ama buzdolabında tüp tüp sıvılar olurdu ve ben haftada bir onları üzerime enjekte etmeye giderdim. annem yanımda bazen ağlayacak gibi olurdu çünkü ben zaten çok pis ağlıyor olurdum. şimdi düşünüyorum annem o zamanlar benim şimdi olduğum yaştaydı. şişli'deki o ölümüne ilaç kokan muaynehaneden çıktığımızda benim gözlerim meteoroloji balonu gibi görünürdü. mağazaların camlarında kendimi görürdüm. ve annem her çıkışımızda bana ufak bir bebek alırdı. dandiklerdi, şimdi hatırladığımda birkez daha dank ediyorum ki epey dandiklerdi. ama işte her hafta alırdı annem. ben yol boyu onlara bakardım. saçları hep ne kadar güzel olurdu onların. benim saçlarımsa asla bir tokaya sığmazdı. zaten sarışın da değildim, gözlerim kahve. kendimi hep biraz beğenmediğimi hatırlıyorum. biraz mesafeliydim kendime hep. adımın da serap olmasını istiyordum zaten. aşağı yukarı herşeyimin değişmesini diliyordum sanırım. annem beni hep minik serçem diye seviyordu. o zamanlar bunun edith piaf'a ait bir tamlama olduğunu süphesiz bilmiyordum. ben işin aslı edith piaf'ı da ancak lise son sınıfta tanımıştım. hayallerim yıkılmadı değil tabii. yeryüzündeki tek minik serçenin kendim olduğuna inanacak kadar saftım yani. (sezen aksu'dan bahsetmiyorum bile) oysa şimdi ne kadar uyanığım(!) allahım.. zaman içerisinde o muaynehaneye gittiğimiz günler ve dolayısıyla bebek alımları seyreldi. hastalığım sanırım iyileşiyordu. saçlarım hala tek tokayla toplanmıyordu ve gözlerim de alabildiğine kahveydi ama hastalığım gerçekten iyileşiyordu. ama ben hep biraz sessiz ve yalnız kalıyordum sınıfta. hava yağmurlu olduğunda bütün koridorlar tıklım tıklım doluyordu. bense sınıfta oturuyordum. sanırım pek zevk almıyordum o kargaşadan. sonradan aldığım da oldu ama işte ilk seneler, haydi tamam, 4. sınıfa dek, öylece oturuyordum. çalışkan mıydım, hayır, çalışkan da değildim. öylece oturuyordum. ali ve beyza ve işte bütün diğer çok çalşkan, ailelerinin biricik çocukları tenefüslerde oradan oraya koşup gülüyor, bense çoğu zaman camdan dışarı bakıyor, öğretmenin gözdesi olmaktan fersah fersah uzaklaşıyordum. bütün bunlar nereden mi aklıma geldi, bilmiyorum. sanırım geçen beyza beni babasına tanıtırken "baba kıvırcık saçları vardı hani, çok sessizdi.." dediği için...

Perşembe, Haziran 03, 2010

horchata

"en çok sevdiğim şeyleri sıralayabilirsem, becerebilirsem; yağmur sonrası kokusu dolacak içime." demişim vaktiyle. insanın eski yazılarını okuması çok tuhaf. sanki başkasının gibi. aynı sen değilsin zaten. hayatın, içindekiler, etkileri, yan etkileri, değişiyor. varlığın değişiyor. sen yine sensin. gülersen başını geriye atıyor, küsersen gözlerini uzaklara dikiyorsun, aşıksan sokak ortasında elini mikrofon yapıp şarkılar söylüyorsun, sen sensin işte ama değişiyorsun. bir hayatı kurmaya çalışıyorsun. bir hayatı ellerini kanırta kanırta kurmaya çalışıyorsun. evet, yaşlanıyorsun, saçların ağarıyor hafiften, gözlerine bir durgunluk iniyor ama işte sen sensin, camın arkasından sana bakmazsa tıklatıp dil çıkarıyorsun, araba yeterince hızlıysa elini camdan çıkarıp parmaklarını açıyorsun. sevdiklerin yine orada. sarılıp öpüyorsun. her sabah o muhtekulade kahve fincanında, evet, özden'in hediye ettiği o biricik, eşsiz kahve fincanında türk kahveni içiyorsun. her akşam aynı kararlılıkla panjuru açıp köprünün ışıkları duvarına dolsun istiyorsun. sen gene sensin işte. kolların gene incecik, omuzların dar. gene çok istesen de beceremiyorsun sol gözünü kırpmayı, sigara içmeyi. ama değişiyorsun işte. önceliklerin değişiyor, önce sonra değil mesele, bir elmayı neresinden tutarsan tut onu yersin ama onu tuttuğun yer değişiyor. demek istediğim ellerin aynı el, ayakların aynı ayak, saçların aynı saç ama sen işte tüm o aynılığın içinde, aynı lula olamıyorsun. yaşanmışlık en büyük değişken olarak hayatına yerleşiyor. gördüklerin duydukların dokundukların seni başkalaştırıyor. içlenerek söylemiyorum, lanetli birşey değil bu. yaşamın ta kendisi. diyeceğim o ki, melankoli bile bir süre sonra taşınmak istiyor. yağmur sonrası kokusu da en fazla üç saat sürüyor. bütün güzellikler tekrar gelmek üzere yanını yöreni terkediyor. bir tek sen kalıyorsun kendine, eline ayağına saçına.. kendi kendine en iyi oyalanan insan en güzel insan oluyor işte bu yüzden. burası bir nöbet yeri değil rıdvan, nöbetimiz bitince gidecek değiliz. burası mecburi istikamet değil. burası lütuf, burası sevdiklerimizin elini tuttuğumuz, bileklerine resimler yaptığımız bir yer. burası nöbet yeri değil.

Çarşamba, Haziran 02, 2010

".... bir insanı öldürmek tüm bir insanlığı öldürmektir. dün insanlık akdeniz'in uluslararası sularında boğuldu."