Perşembe, Mart 30, 2006

tek rakibim kayahan

çok melankoliğim bugün. tek rakibim kayahan. o derece. sabah kahvaltı vardı gazetede. sözde erken gelecektim. servissiz. olmadı. servise bile yetişemiyordum nerdeyse. 7 buçukta zor uyandım. takside topladım saçımı. toplanmadı ya neyse. kahvaltıya yetişemeyeceğimi bildiğimden atıştırmak için kepekli poğaça aldım. servisi gördüm ufukta, lakin yeşile dönmemişti ışık. şoför aradı beni. nerdeydim? görüyorum sizi ama karşıya geçemiyorum, ışık hala kırmızı dedim. çabuk ol dedi. ne demek istedi anlamadım. yeşil yanınca koştum. arka kapıyı açtı, bindim, oturdum. uyumayı diledim, beceremeyince gazete okudum. toplantıya apar topar girip serbestten sandelyesini istedim. vermedi mikrop. ben içerden almaya gitmeye yeltenince kalktı. ama bu sefer de istemedim. yazımı çok güzel bulduğunu ifade etti. "yazını çok güzel buluyorum. çok özgün" şeklinde konuştu. gülüyor musunuz siz de? evet bu sıkıcı lisan haberlere mahsus. öylece orda kalsın.. boyu devrilesice.. nergisle habere gittik. ritz carlton'a. şef beni biraz da bilerek yolladı. biliyor aslında öyle toplantıları sevmediğimi.. ürün tanıtımı vs.. ama kahvaltılıymış. acıdı kahvaltı edemedim diye. ben de onu üzmemek için gittim habere. nergisle. üff gerisini anlatmak istemiyorum. öfkeyle kalkan zararla oturur. taksici sahte para verdi. oysa naziktim nergise karşı. neyse. önemi yok şimdi. bloody saturdayi sormuş canavar. merak edilecek bir şey değil. bir kadının hamile olduğunu öğrenmesi gibiydi. bir ağlayıp açılacaktım. ama ayarım şaştı. önce açıldım sonra ağladım. pek isabetli olmadı. şef beni şefkatle yanına oturttu. teselli etti. izin verdi. hem cumartesi öğleden sonrası için hem de pazar için. emre sordu sonra "baban kim senin?" gülümsedim. cumartesi geçmişti salıydı günlerden. önemli biri değil babam, tanımazsın dedim. "o zaman annen.." dedi. hayır dedim. "bendeki cevheri hemen anlıyor insanlar siz hariç" dedim önderle ikisine. güldü emre, "bu gazetenin ve hatta haber merkezinin tam da senin gibi birine ihtiyacı vardı, değil mi önder?" dedi. güldük beraber. ben biraz mahçup.. bugün yine çok takıldılar bana. biri daha var. ama çok isim vermek istemiyorum. aklınız karışacak. işte o kişi de benim beraber habere gittiğim kişilerin aklını aldığımı söyledi. kimliğini unutuyormuş benle habere giden.. ne denir bilemiyorum. o yüzden susuyorum. ama şefe susmayı beceremiyorum her zaman. masama geldi, bu ne diye sordu. telefon dedim. yandan bir gülüş yerleşti yüzüne, hadi ya, dedi. ah pardon diye utandım. ne marka dedi, ben de hala akıllanmamış gibi, samsung dedim. bu sefer güldü.. okuyabiliyorum biraz dedi. ben daha çok mahçup oldum.. "ben.. afedersiniz.." dediysem de o gülmeye devam etti. güzelmiş telefonun, modelini merak etmiştim dedi.. söyledim, e 760 dedim. sonra gülerek uzaklaştı. seviyor beni.. ben de onu. en çok haber müdürümü sonra şefimi.. hiyerarşik bir sıralama gibi dursa da değil.. ayşegülü seviyorum sonra.. şeften sonra o gelmiyor misal.. aman allahım ne saçmalıyorum ben.. kimse durdurmuyor beni, hep ondan..
neden melankolik olduğumu anlatacaktım aslında ama sustum bir kere..
konuşamam..

Çarşamba, Mart 29, 2006

bloody saturday için son söz

beni sevmeyenler olacak elbette. sevmediklerim de. ama düşünmemek istiyorum bunu. mümkünse düşünmek için gerekli olan uzvumu süresiz izne yollamak, aklını başına devşirene kadar dönmemesini sağlamak istiyorum. cumartesiler uzamayacaksa pazartesiler, salılar hatta perşembeler bile kısalsın istiyorum. isteklerimi dilek şikayet kutusuna değil de mektupla cumhurbaşkanlığına yollamak istiyorum. veto edeceğini bilsem bile.. politika yok. yapamam zaten. bugün güzel bir gün olabilirdi. dün gibi. ama olmadı. dün ayşegülle habere gittik beraber. şef beni seviyor. belli de ediyor. üzüleceğim diye korkuyor sanırım. sevgisi ordan. nevrotik buluyor belki de beni herkes gibi .. mühim değil. nergis (takma adı bu onun) de sevmiyor beni. 1 okur da. m. de.. ama en çok ben sevmiyorum kendimi. kendime sunacağım bir sürprizim olmadığı için galiba. bugün erken çıktım. sahaflara uğradım. alacağım birkaç kitap vardı. onura rastladım. insanların gözleri parlıyor gazetede olduğumu söylediğimde. hele bir de haberim çıktı deyince, cidden önemliyim sanıyorlar. oysa gazetede bana sosyete diyorlar. pek önemli bir duruşum yokmuş gibi. iyi yazdığımı inkar etmiyorlarmış ama.. elit bir üslubum varmış, aristokrat.. her fırsatta eğleniyorlar benle. hele sevinç diye biri var. epeydir gazetedeymiş. işte o beni çok beğeniyormuş, imajmeykır diyor beni ne zaman görse.. seviyolar beni gibi. nergis hariç. bense umursamıyorum onu. neyse. hale nergisin beni kıskandığını iddia ediyor. 3 haberim çıktı, biri manşet. sayfa manşeti. bunun dışında şef bana ayşegülle bu kadar takılırsak çok sıkı dost olacağımızı ama iyi gazeteci olamayacağımızı söyledi. ama her fırsatta nasıl olduğumu sorarak. kötüyüm desem vazgeçecek, söylemeyecek. ağlama krizine falan girerim diye korkuyor sanırım. geçtiğimiz değil bir önceki cumartesi olanlardan sonra böyle oldu. ama anlatmak gelmiyor içimden pek. olduğumdan daha aciz, daha ağlak durmak istemiyorum. en ağlak, en depresif ben olabilirim ama yine de duymak istemiyorum bunu. denizkızı merak ederse anlatacağım zira diğerleri biliyor hadiseyi. bilen bilmeyene anlatmasın. bir anlatıcı yeter bu sayfaya. bir bile olamıyor çoğu zaman. "katılaşıyor.." eksik ve parçalanmış yanlarını hiçbir uhu yapıştırmıyor. böyle aniden ahmet altan kesiliyor. ucuz cümleler sarfediyor. şefkat beklediği için. hep bu yüzden. şimdi hatırladım denizkızı da biliyor "bloodysaturday"i. nasıl ağladığımı. nasıl teselli edildiğimi. neyse. burada kesiyorum. bıçak sırtıyım ben. bir bütünü en anlamsız yerde kesmeye yeltenen..

Cumartesi, Mart 25, 2006

istemek ve basarmak

beş buçuk. karnım ağrıyarak uyandım. hep o devil's food denilen pastanın yüzünden. bu sefer değil annemlere kendime bile yaranamadım. geçen sefer çilekli bir pasta almıştım boğaziçi pastanesinden. burun kıvırmıştı herkes. babam ertesi gün nispet yapar gibi en alasında bir çilekli pastayla gelmişti art cafe'den. içinde çilek tarlası var gibiydi. peki, demiştim, bir daha jest mest yok size. ama dün dayanamadım. bu sefer panexten çikolatadan mürekkep bu şeytan şeysini aldım. ama noldu? ben servisi hazır edinceye dek (eve 10'a doğru geldim zaten) herkesler uyumuş oldu. ablamla ben vardık sadece. bir de televizyondaki hitchcock filmi. berbat bir oyunculukla boğuluyordu çirkin ve sevimsiz kadınlar. ama katil çok daha çirkindi, sırf yüzden maktuller güzelmiş gibi görünüyordu. göz yanılsaması hepsi. güzel ya da çirkin yok zaten bence. kıyas var. istemsiz kıyas. misal içimizde böyle bir düşünce yok, ama gözün gördüğü her şeyi kıyaslıyor beyin. biri diğerinden daha kırmızıysa elmaların hep bu yüzden. biri daha güzelse kadınlardan yine bu yüzden. umutsuz ev kadınlarında, o kızıl olan bree olmasaydı, diğerleri de pekala güzel sayılabilirdi mesela. örnekler çoğaltılabilir. çoğalan örnek ne işe yarar bilemiyorum ama. bugün sempozyumdaydık. önder ve ayak bağı olarak ben. işi öğreneceğim ya sözde. sızmaktan başka bir şey beceremiyorum panellerde ve sempozyumlarda. bilmemkimi ayırma gözünün önünden diyor önder. ama benim göz kapaklarım kapanmaya meylediyor ilk fırsatta. uyanık olmam gerek. ne utanç verici. uyanık tutmaya çalışıyorum kendimi. not düşüyor önder defterime "uykun mu geldi?" diye. hiç gitmedi diyemiyorum. "gece bir türlü yatmadığımdan, sabahları kalkamıyorum, uykumu alamıyorum hiç.." oysa origamiden vakitler yapıyorum kendime. eve gelir gelmez uyumamak için.. dikiş dikiyorum örneğin. dün gece böyleydi. ama sabah diktiğim şey çok yabani göründü gözüme. böyle pokahantas gibi.. ne tuhaf; yatmadan evvel o kadar beğenmiştim halbuki, işe giderken giyerim gibi gelmişti. yanılmak ne sıkıcı. yanılmamak da sıkıcı belki ama en azından bir haysiyeti var. istedim ve başardım gibi. hırstan nefret ediyorum. körü körüne olanından. Bir süre sonra niye istediğini unutmaktan. hırslı biri değilim. olmadığım için nefret etmiyorum ama. başka sebepler. olduğundan küçük gösteriyor bir kere insanı. olmadığı kadar sevimsiz bir de. boş verin aslında. hırstan bahsetmek istemiyorum. düpedüz mutluyum bu ara. bundan bahsetmek istiyorum. dün hale aradı. üzgündü. teselli edebilme yeteneğim yok benim. hiç olmadı. ne zaman kendimi teselli etmeye yeltensem hep ağırlaştı vakam. daha beter oldum. daha umutsuz. ben kendi açığını en çabuk yakalayan insan olmalıyım. bir de en acımasız eleştiren. kendini sevmek için hep çok fazla didinen. haber müdürüm kendime haksızlık ettiğimi düşünüyor. öyle dedi birkaç sefer. belki de. bilmiyorum. düşünmüyorum da bunu. bugünü düşünüyorum. cumartesiler 36 saat olsun istiyorum. pankart açmak, manşet olmak istiyorum. istemek ve başarmak, ne tuhaf sözcükler. güzel güzel sigur rós dinliyorum. güzel güzel.. karnım ağrımıyor atık. müsade istiyorum. tüm başaramadığım isteklerden.

Çarşamba, Mart 22, 2006

kalbimiz adımızdan önce gelir

başa döndüm. en başa değil ama ortalara bir yere. işte kısa cümlelerim ve ben. kaldığımız yerden devam ediyoruz. kardeşim öksürüyor. üşütmüş. evet yine. her 3 ayda 8 kere üşütür kardeşim. önlemini almamız da mümkün olmuyor. maç yapıyor. terliyor. kramponsuz yolluyoruz ayağını incitiyor. çocukken söz geçirmek çok kolay. bütün dünyaya meydan okuyor. büyüdükçe cesaret kırılıyor. başka şeyler. başka şeyler. söylenmemiş, bakir. neden bakire değil? bana baktığında ilkbaharı görüyormuş. öyle diyor. ama bu başka bir konu. rüyamda m.yi gördüm. güzel yeşil bir kazak giymişti. beni geniş güzel bir salona alıyordu. kapının orda durup geçmemi bekliyordu. bana kızgın değildi. ya da kırgın. incelik hissettim. saat çalmaya başladı. uyandım ama uyanmadığıma inandırmak için kendimi, yastığa gömüldüm. işe yaramadı. kalktım. yüzümü yıkadım. giyindim. lacivert giyindim. kızıl olabilseydim, dedim, daha bir yakışsaydı laci bana.. her gece ertesi sabah erken uyanıp yürümeyi kuruyorum kafamda. hiçbir sabah gerçekleşmiyor bu. bu gece daha mantıklı şeyler kursam iyi olacak. gerçekleştirip sevinebilmek için. misal 2 dakika erken hazırlanıp allık sürebilirim. yanaklarımı pembeyken seviyorum. ya da çiçek alabilirim gazeteye giderken. içimi açacak cinsten. evet bu beni ait kılabilir. ait olmalıyım. ait olmalıyım derken kastetiğim buydu. kalemlik, fincan, çanak çömlek.. masamda böyle şeyler bulunmalı. ben yani. ben orada var olmalıyım. güzel. bu iyi oldu. fincan ve kalemlik ve birkaç kırtasiye malzemesi daha.. mutlu olmalıyım. küpelerim büyük diye çekinmemeliyim. muhabirler büyük küpe takabilir. gazetede nefes almak için dış kapıya çıkmak gerekiyor. içerdeki hava hep sahte. ve niyeyse bana hep ikinci elmişim gibi hissettiriyor. soluduğum havayı çoktan birileri içinde gezdirmiş gibi. bunu düşünürsem çalışamıyorum. düşünmezsem düşündürecek bir şey muhakkak çıkıyor karşıma. ara ara çıkıyorum. kartımı okutup. gün içinde nereye kaç kere gittiğimi söylüyor bilgisaray. big brother. sürekli takip ediliyormuşum hissi. ya da bardağın dolu tarafı, göz kulak olmak. gazetede kaybolmayayım diye.. kafetaryada da kart okutuluyor. ne yediğimizi de bilmek istiyorlar sanırım. sorun değil. hep çay ve çikolata.
.
devam edecektim ama saat 00:40. uyuyup uyanmalıyım daha..
..
bir arkadaşıma "ben haber müdürümü çok seviyorum, sen de sev olur mu?" dediğimde tanımadan sevemeyeceğini söylemişti. işte bu yüzden onla şöyle bir anlaşma yaptık, ben her gün haber müdürümden bir cümle yazacaktım ona. 1 ay sonra sevip sevmediğini söyleyecekti o da. bekliyoruz bakalım. aklıma da şimdi bu cümleler geldi, bana söylenmiş..
"çok çabuk, çok kolay ele veriyorsun kendini. hemen anlaşılıyor kızgın mısın, sinirli mi.. komik mi buldun anlatılanı yoksa acıklı mı geldi.. yüzün çok şeffaf.."
böyle bir şeyler..
.
şimdilik böyle.

Cuma, Mart 17, 2006

sokağın hafızası zayıftır

bugün eve dönerken yine pek çok saçma şey düşündüm. ama önce sabahı anlatmalıyım. ne anlatacaksam. yine girişte kartım işe yaramadı. yine geçici kart verdiler bana. ben de yine mızlandım.. sonra çok yorulacağımı bilmediğim iki habere gittim. sonra gelirken yolda uyumayı denedim. doktoru arayıp geç kalacağımı söyledim. bu da işe yaramadı. randevumu çarşambaya aldı. bu cümleleri kurarken aklıma hep haber müdürümün lafı geliyor: "kısa cümleler lula. kısa. eve gidince kısa cümlelerle gününü anlatmayı dene.." şaka gibiydi. hatta arsız bir sırıtış yerleşmişti yüzüme bana bunları deyince. ama tabii o bilemezdi benim niye sırıttığımı. ben ezelden beri kısacık cümleler kuruyordum. şebnem ferah o albümü yapmayı düşünmemişti bile daha.. ama işte ben, bu kısa cümlelerin sahibi, gazetede destanımsı şeyler yazıyordum. tamamen sıkıntıdan. sıkıntıdan yaptığım başka şeyler de vardı...
geçen akşam üstü işim bitmiş bir arkadaşımla kısa, bakın altını çiziyorum, kısa cümlelerle mesajlaşıyorduk. sonra bir baktım arkadaş gitmiş. mail attım. şöyle:
"subject: sinyalden sonraki mesaj
nereye kayboldun? neyse mühim değil. ben de çıkıyorum birazdan. can sıkıntım ve ağrıyan başımla.."
tamam buraya kadar her şey iyiydi. bundan sonrası da iyiydi aslında. ama ertesi gün sent mail dosyasına bakarken bu maili gördüm. ama arkadaşıma gittiğini göremedim. şefe yollamışım. birden yüzüm kızardı, karnımda sancı, ayaklarımda kaşıntı peydah oldu. ne salaktım ben. en salak...
böyle şeyler işte, gün içersinde başıma gelenler. saçma ve sapan. anlamsız ve gelişi güzel. hani bahsetmiştim bir kez, beni görünce asıla asıla el sallamıştı servisinden. işte o bana dedi ki geçen gün, sen başak burcusun. nerden bildin dedim. çatlaksın, ordan bildim dedi. bozuldum ama bir şey demedim. yoo hayır kötü değil dediğim dedi. dengesizmişim ama bu beni çok güzel yapıyormuş. misal, saçımı beğenmediğini söyledikten sonra bambaşka bir konuşma içersinde birden oraya dönebiliyormuşum. senin burcun ne, yay mı? mm o zaman koç.. boğa mı? hiç anlaşamam boğalarla. annem boğa. ama kimse annesiyle anlaşamaz zaten, bu bir ölçü sayılmaz. hadi gel saçımı toplayalım. işte bu benim dengesiz olduğumu gösteren bir diyalogmuş.. neyse. neyse. neyse. se. se. se.
bugün eve dönerken içimde her zamankinden dediğim sıkıntıyla, sevebileceğim şeyleri düşündüm. üşümemeyi seviyordum. ellerimi cebimde değil birbiri üstüne getirerek göğsümde tutmayı seviyordum. karşıya geçmenin zor olduğu bir caddede bana yol verilmesini seviyordum. bunu herkes sever sersem. herkesin sevdiği şeyleri sevmeyi seviyordum. müzik dinlerken eşlik etmeyi seviyordum. yalnızken dansetmeyi seviyordum. dansederken güvenlik görevlilerini beni izlerken görmeyi sevmiyordum ama sevdiğim bu kadar şeyi bulmuşken bunu önemsemedim. çantamın içini görmeyi sevdim mesela en son. dayanamdım fotoğrafını çektim. güler yüzlü çalışanları da seviyorum. asansörün kapısı kapanmak üzereyken ayağımı uzatıp kapıyı tekrar açmayı seviyorum. koşup hızımı aldıktan sonra granitin üstünde kaymayı seviyorum. ayşegülle konuşup gülmeyi seviyorum. onun benle konuşma şeklini de seviyorum.. bir köşe yazarıyla tanışmamın ardından:
ayşegül: söyle bakalım nasıl böyle kendine güvenlisin sen?
lula: ben aslında çekingenimdir.. (söylediğine şaşırmıştım cidden)
ayşegül: ne zamanlar? uyurken mi?
lula: (gülmeler)
neyse. lafı yine çok uzattım. gazetecilik, dedim, gelirken birine, evlilik gibi sanırım, ilk elli yılı zor geçiyor, sonra alışıyor insan.. gülmedi. bir iki yıl dedi. sonrası kolaymış.
son olarak çok sevdiğim, deli olduğumu düşünmeseler sarılıp öpüp yanaklarını sıkacağım haber müdürümden bir söz:
"sokağın hafızası zayıftır"

Pazar, Mart 12, 2006

gerçeğin çölüne hoş geldiniz

biraz lüzumsuz algılıyorum her şeyi. en başta kendimi. şimdi bu yazıyı bile tüm aile fertlerinin arasında yazıyorum. babam kardeşime yat diyor, o da daha erken, biraz daha dolansam ortalıkta diyor.. bense içim sekiz bin parça düşünmek için bile bir araya gelemiyorum. ayağımın tekinde "you", tekinde "me" yazıyor. ikisi birbirine bir türlü değmiyor. annem. evet hep o. içimi kemiriyor. ben büyüdüm oysa. içimi başkalarına yasak edebilecek yaştayım. ama niye beceremiyorum? akşam beni aldı akmerkezin önünden. bir ton söylendi. beni almasını istememiştim halbuki. taksiden yaka paça indim. taksici de söylendi bana. bozuk param yok diye. bozuk biriyim ben yeterince dedim. param olmasa da olur. şoför oralı olmadı. hangi takımlısın sen dedi. fenerbahçe dedim. sesi kesildi. beşiktaşlıyım ben diyene kadar 36 saniye sustu. sonra ben sustum. hala susuyorum. annem niye hiç susmuyor? sussa bile içimden içimden konuşuyor? abarttığımı düşünüyor ablam. başkaları da. iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde anneme bağlıyım sanıyordum eskiden. yalanmış. içim de dışım da anneme bağlı. kocaman bir tasma var boynumda sanki. yine sıkıldı canım. yine en orta yerimden bölündüm.
.
mondragon dua ediyor. ekranda. hiç dua eden bi yahudi görmedim sahada. niye böyle bir şey geldi aklıma? aklımı tatile yollamak istiyorum. ücretsiz izinli olsun. aklım varken canım çok sıkılıyor. yokken sıkılacak kadar basmıyor nasılsa kafam.. gazetede leonard cohen çalıyordu sanırım. hayal meyal geliyor aklıma. kim çalıyordu acaba?
.
düşünmemeliyim. düşünmemeliyim. düşünmemeliyim. düşün içinde yer edinmeliyim. gerçek değil hep hayal olabilmeliyim.
.
(daha sonra devam edebilirim belki.)

Çarşamba, Mart 08, 2006

üstüne üstüne 'basın'

gazeteden bir fotoraf işte. önder yollamış sabah mail adresime. o çekmişti zaten. masası yanımda. ama akşam üstü şef dolanırken etrafta, yanıma uğrayıp, resmini aldın mı dedi. resim? diyerek suratımı buruşturdum. evet, fotoğrafını dedi.. a evet aldım dedim ama bir anlam veremedim. meğer önce şefe yollamış önder yanlışlıkla. neyse. aslında ben başka şeyler anlatacaktım. yeni geldim sayılır eve. ama karnım burnumda. gelince annem oturttu sofraya. özene bezene yemek yapmış, ki epeydir pek isteksizdi bu hususta. oturdum ben de. gelirken bambide dürüm yedim diyemedim anneme. ve kalp kırmayıp göbek yapan, aileninizin en gönüllü günlük yazarı, a günlük demişken bugün şef yardımcısı yazdığım şeyi okuyup bana neler yazdığımı sordu. hiçbir şey dedim. deneme? dedi, kafamı sağa sola salladım. baktım ısrarlı, günlük tutarım dedim. devam et o halde dedi. bir de beni film festivalinin basın toplantısına yolladı. istiyorsan gidebilirsin elbette dedi. ama ben olay yerinde duvar sarmaşığı rolünü üstleneceğimden bihaberdim. beraber gittiğim kızı herkes tanıyor ve seviyordu.. alin taşçıyan burnunu sıkıp nerelerdesin diyordu ona.. banaysa kimsenin baktığı yoktu. yeşim tabak vardı. ben ona bakıyordum ama o sanırım başka bir yere..
.
neyse.. kısa ve ayrıntısız oluyor, farkındayım. oysa başka şeyler diyecektim. belki yarın..

Pazar, Mart 05, 2006

24 yaşından sonra hayır dedim

dalgın nazarlarla tavana baktım sabah. öyle her zamanki gibi, kedi gibi fırlamadım yataktan ve uykumdan. genelde öyleyimdir. birden ve kesin uyanırım. uyumak istesem bile beceremem çoğu zaman, yatakta dönüp dolanırım. başaşağı, yüzükoyun.. bu tür manevralar pek işe yaramaz ama yine de düzenli olarak denerim. fakat bu sabah başka bir şey oldu. tavanda bilmediğim bir şeyin gizini çözecekmişim gibi, sonuca değil ama sonuncu soruya yaklaşmışım gibi.. anlatması güç ama ben bu sabah melankoliden uzak olmama rağmen kayahan gibiydim. -benim lügatimde küfür gibi bir şey bu. kayahan sevenlerden, en başta annemden özür diliyorum.- uyanıp uyanmadığımı yoklamam gerekirdi belki ama rüyasında tavana bakan biri olamaz diye düşündüm. kalktım. tavanı yere alabilsem keşke, bakması daha kolay olur diye geçirdim içimden. banyoya gittim. yüzümü yıkadım. saçıma baktım. sadece baktım. toplamak için daha uyanık olmalıyım. geri döndüm. tavanı yokladım. bıraktığım gibi beyaz ve sessizdi. ne giysem dedim içimden her sabah gibi. ama pazar sabahları, hele de erken saatte pek bir çekilmez oluyor bu soru. yine de badem pabuçlarıma özel giyindim. çok sevdiğim bu ayakkabılar görünsün diye de kısa paça pantolon giydim. ama n'oldu? severek evlendiğim, sağı solundan farklı pabuçlarım ayağımı vurdu. ve paçam kısa olduğu için de ayakkabıyla ayağım arasında oluşturduğum tampon bölge halka arz edildi. böyle olur bana hep zaten. neye özensem kafamda patlar. dışarda sadece ben vardım. ben ve yarım saat sonra ayağımı vuracak pabuçlarım. bir de bugün çok değişik bir şey keşfettim kendim hakkında. belki tavana fazla baktığım için bilincim açıldı. uyuyordu uyandı.. belki tavanım çok esrarengiz bir kapı gibi, algının sonsuz okyanuslarına açılıyor belki.. saçmaladığımın farkındayım. fikri olmayanın zikri olmaz ama. işte bu yüzden fikri saçma olanın zikri de böyle olmak zorunda.. her neyse, ne diyordum, evet, tavan, bilinç, algı.. bugün gittiğim bir haberde, haber olamayan şeylerle ilgilendiğimi farkettim. misal haber 30 kadar çifte resmi nikah kıyılmasıydı. ama ben ne yaptım? bu çiftlerin hepsi zaten dini nikahlı olduğundan, bir çoğu çocuklarıyla gelmişti. ben işte bu çocukları fotoğrafladım. onlara bakındım.. punctum denilen şey buydu belki. senin kafan farklı çalışıyor dediğinde küfür etmiyordu belki de arkadaşlarım, bunu demek istiyorlardı. haberden dönünce sordular, ne vardı diye.. pek bir şey yoktu dedim. aslında çekinmesem diyecektim ki: "birbirine benzeyen, ucuz ve bayağı gelinliklerimsiler içinde kimi sekiz kimi 2 çocuklu kadınları izlerken kanım dondu. tıpa tıp aynı giyinen damatlardan bahsetmiyorum bile. onlar gelinleri anlamlı kılacak derecede acınası." böyle laflar etmemek için sıktım dişimi. öyle ki haberi teslim ettiğimde manşetimle gurur duyuyordum: "8 çocuktan sonra evet dediler" bence güzel. yani ilgi çekici. şef de beğendi zaten. bense kendi içimde, tavanımla hesaplaşacağım anı düşünüyordum. hayır diyecektim ona. üstüme üstüme gelmesindi bir daha. ben yine yataktan fırlar gibi kalktığım sabahlardan istiyordum. menopozlu kadınlar gibi aklım dumanlı uyanmak istemiyordum. evet. duysun diye sesli olarak tekrarlamam gerekecek. yatmadan evvel, üç kere.
.
hayır. hayır. hayır.

Cumartesi, Mart 04, 2006

plazaların obi wan kenobisi

ne anlatacaktım, ah evet, yaptığım gösteri. gösterimsi daha doğrusu. geçen sabah servis beklerken metrositinin önünde, aynı zamanda müzik de dinliyordum. razorlight'ın vice'ını. aslında albümü dinliyordum ama sonra bu şarkıyı tekrara alma cesaretini gösterdim niyeyse. sonra birden farkettim ki herkes bana bakıyor. volta atarken adımlarımı sıklaştırmış ve dahi sekmeye başlamışım. kafamda obi wan kenobi hırkamın kapüşonu olduğu için ve de güneş gözlüğüm, pek seçilmemişimdir umarım diye geçirdim içimden. zira her sabah aynı yerde bekliyorum. ama sanırım o obi wan kenobi hırkamı üst üste giydiğim için artık daha da tanınır hale geldim.. "a a bak geçen sabah burda danseden kız.. evet evet hani şu hırkasının kocaman şapkası olan .." gibi. böylelikle kafalara daha net kazınmış olduğumu da her şey gibi geç farkettim. misal daha yere yakın renkler tercih etmeli, kamuflaj desenli montlar giymeli, delireceksem hiç değilse makul bir tarz sergilemeliydim. ama ben her zamanki gibi, mümkün olanın namümkün kıyısında gezindim. peki kimin umrunda? neyse..
.
bu sabah çok çetrefilliydi benim açımdan. servis beni hasta etti. telefonumun şarjı bitti. ve ben sıkılmış bir canla gazeteye gittiğimde şef bana "senin bugün ne işin var, izinlisin" dedi. kulaklarımdan dumanlar çıkıyor dememe gerek yok sanırım. "ama madem geldin akşam bir habere yollayacağım seni." dedi. akşamı beklerken bol bol sıkılan ben akşam üstü, canıma tak ettiğine dair sinyaller verdim. oflamak gibi, telefonda çene çalmak gibi.. -e madem izinliyim- akşam olmasına çok az kala "hadi evine git" dedi.. vazgeçmiş anlaşılan. olsun, yine de sevindim. o habere git, gazeteye gel yaz.. eve dönmek hem de özel araçla, iyi geldi. seviyorum ben bu şefi. neyse işte. bugün bir de şarj krizi yaşadım. birinin (o kendini biliyor), tabiriyle plazada. samsung telefon kullanan birileri olmuyor pek. bunu öğrenmiş oldum. ayrıca herkesin iki telefonu var. niye anlamıyorum. herkesin elinde iki telefon. beynim döndü. ben birine bile bakamıyorum, piline bilhassa.. olur olmadık duruyor, ortada bırakıyor beni. ama yine de seviyorum.
.
araştırmacı gazeteciniz yazısına burada nokta koyuyor. daha uyuyacak, rüya görecek, rüyasında işe geç kalacak, koşturacak. sonra gözünü bir açacak ki daha vakit, vakitler var.. o fazla vakitleri origamiden kuşlarla süsleyecek..
.
müsadenizle..
.
a bu arada denizkızı, seni tanıyor muyum? tanıdık bir tebessümün var.. en sevdiğimden..

Perşembe, Mart 02, 2006

yarının manseti.. simdiden

evet efendim. günlerden perşembe, aylardan nisana 3 var. hayat biraz hınzır ama çokça hızlı olduğu için bunu düşünecek vaktim olmuyor. gazetede çalışmanın iyi yanı da kötü yanı da ertesi günün olaylarını bugünden tüketmek. hani bunca zaman hayatın dününde olan ben, iki kocaman adım atmışım gibi. artık hayatın değilse bile hayattakilerin bir adım önündeyim. oh değil. canıma falan da değdiği yok.
.
- hırslı mısındır?
- hayır, hiç değilimdir..
.
julideyle tanıştım bugün. daha doğrusu yemekten sonra merdivenlerde ayşegülle kırıtıyordum. biri geçti önümüzden. şımarıklığım üstümde olduğu için atıldım: "merhaba, ben lula.." gülümsedi, "ben de julide.." aniden şimşekler çaktı beynimde. gök gürledi ve yağmur yağdı hatta. hayranınızım dedim. gözleri parladı. şu haberinizi şöyle bu haberinizi böyle sevdim derken çay falan içtik. benim teslim etmem gereken haber masamda beni beklerken ben evet böyle hayranlık ettim. sonra ama filmlerdeki gibi son dakkada en afilisinden bir iş çıkarmanın heyecanıyla plazanın merdivenlerinde sektim. kartımı okuttum. slave to the wage klibi gibi durmamak için kalabalıktan sıyrıldım. cam kenarına oturdum. müziğin sesini açtım. yandaki camdan biri asıla asıla el salladı. kimdi bu hatırladım. sesi yankılandı beynimde "çok sevdim ben bunu be.." ya da "ne güzel şey ya bu."... ben de el salladım. sakinleştik. yol başladı. eve gelinceye dek düşünmek için dönüş yolunu beklediğim şeyleri düşündüm. yeterince düşünmemiştim ki geldik. sabah bıraktığım gibiydi sanki her şey. kaldığım yerden devam ettim. biraz daha aç biraz daha yorgun. asansörü kullansam iyi olur diye geçirdim içimden. kendime bademli bir şey alayım mı acaba diye düşündüm. almadım. ayakkabı aldım onun yerine. badem gibi..
.
bu kadar değil ama uyumam gerek takdir edersiniz. erken kalkıp erken yatan biri oldum ben, evet.
.
a bu arada rica etsem hatırlatır mısınız? size bu sabah nasıl bir gösteri yaptığımı anlatacağım. ama şimdi gözlerim esniyor.