Çarşamba, Kasım 10, 2010

how high can i fly?

yıllar geçiyor üzerinden. sen mesela üzerinde lacivert bir etekle deri ceket, ellerin kavuşmuş göğsünde, hızlı hızlı yürüyorsun. tramvay bile var fonda. sahiden var. aylardan kasım, günlerden çarşamba. henüz elleri uzak. sigarası başka. üzerinde lacivert bir trenç. ama sakallar sabit. bir de inanmayacaksın ama vertigo var. kenarlara yaklaşmadan yerini alıyor masada. komik. hiç yakından görmemişim ben. etrafım korkusuzlarla sarılmış tabii. uzun uzun anlatıyor. sigarasının külleriyle oynuyor. sonra yürüyelim, diyor. karaköy'e dek hem de. yüksekten korkan adam karanlıktan ve dahi sokak serserilerinden hiç mi hiç korkmuyor. benimse bal kabağına dönüşmeme ramak kalmış. taksiyi zor çeviriyorum. öne oturuyor. taksiciye para uzatıyor. o gece, bu geceye konu olacağının farkına varamayacak kadar erken elbette. bir zeki müren olsa, çalsa şöyle boylu boyunca, uzun bir bisiklet yolculuğuna yetecek kadar bacak kasım olsa, küçük prens hediye ettiğim çocuk onu okurken ağlasa.. ah be.. hissediyorum, çok büyük bir değişime çok küçük bir zaman kaldı.

Cuma, Eylül 10, 2010

Perşembe, Ağustos 26, 2010

yanık

eline baktım. ince, uzun bir yanık. elini elimin içine aldım. ne oldu, dedim, ne olduğunu bile bile. yaktım, dedi. öptüm. öpünce geçmeyeceğini biliyordum. gene de öptüm. gülümsedi. o gülümseyince benim acım hafifledi. sonra akşam oldu.

Çarşamba, Ağustos 18, 2010

sistemli çalışmak

kpss sonuçları açıklanmış. birinci olmuşum.

Cuma, Temmuz 30, 2010

fincan okumak

fincan okumak sevgilimin icadıdır. o fincana bakar. biraz durur. biraz daha bakar. sonra fincanın içindeki herşey bir başka şeye dönüşür. en güzeli de hepsinin sonunda bir hikayeye dönüşmesidir. kocaman anaç bir tavuk fincanın dibine çöreklenmişse, emre onu görür, konuşturur. ona eğilen atkuyruklu kızı ben yapıp, kuyruklu yıldızları eteğime takar. havada asılı bir kütle belirirse yakında, o gökadaya da evimiz denir. evimizde bir de atölye olur. orası evin hem içindedir hem de dışında. ben orada resim yaptırılırım. o yüzden ben "ay sen fala mı inanıyorsun" diyenlere, "hayır, ben sevgilime inanıyorum" derim.

Cumartesi, Temmuz 24, 2010

Salı, Temmuz 20, 2010

lula strikes back

teknik bir sebepten ötürü twitter adresimi pasif duruma getirmiştim. sonra bir de baktım ki açılmıyor tekrar. yeni hesabım sağ tarafta arz-ı endam ediyor zaten. ilginize teşekkürler.

Cuma, Temmuz 16, 2010

çünkü hakikat gayetle ağır bir meslektir

sene 89 ya da 90'dı. bu eve yeni taşınmıştık. sonradan defaatle tadil edilen yuvamız o zamanlar sıfırdı. annem sürücü kursuna gidiyordu bir arkadaşıyla. ve elbette ilk kazasını henüz yapmamıştı. ben işte o sene dörde geçmiştim. sabahçıydım. öğlen eve geliyor, kapıyı anahtarla açıyordum. dağınıklık içimi buruyordu. ne yapacağımı kestiremiyordum. oldum olası evde yalnızken ne yapacağımı bilemem zaten. biraz odamda takılıyordum, tam anlamıyla takılmak ama, gerçek bir eylemsizlik.. biraz salona geçiyordum, ölümüne beyaz ve devasa salonumuzda biraz televizyon seyretmeye çalışıyor hemen sıkılıyordum. henüz kahve yapmanın ve içmenin tadına varacak yaşta olmadığımdan mutfakta takılmayı anlamsız buluyordum sanırım. ve tabii bütün bu sıkıntılar arasında asla ders çalışmak gibi bir niyet barındırmıyordum minyon bünyemde. öylesine sıkılıyordum ki... bu yüzden, white stripe 'i just don't know what to do with myself' dediğinde ne dediğini en iyi ben anlıyordum. demem o ki, sabah hasta gözlerimi açtım, aile fertleri pılını pırtını topladı adaya gitti. babam şehir dışına. leyla işe. ben gene iç buran bir dağınıklığın ortasında kalakaldım.. neyse ki kahve yapmayı biliyorum, değil mi? bir de kitaplar var allahtan..
bir insan acıktığını nasıl bilmez? yerlerde sürünüyorum.

Çarşamba, Temmuz 14, 2010

atak geliyorum demez

aniden titreme başlıyor. sonra deli bir ateş bütün vücudu sarıyor. ama tırnaklar bu ısınmadan nasiplenmiyor nedense. morarıyorlar.
soğuk soğuk terlemek çok acıklı değil mi?

Perşembe, Temmuz 01, 2010

Çarşamba, Haziran 30, 2010

infilak

bu ara hormonlarımda bir problem olabilir. sulugöz oldum çıktım. yaklaşık iki haftadır ağlamaktan daha iyi yaptığım bir şey yok. bir şey diyorum, ağlıyorum; bir şey demiyorum ağlıyorum, bir şey duyuyorum ağlıyorum; bir şey duymuyorum ağlıyorum. devamlı bir ağıt. bazen hıçkırarak bazen içli içli. en son kanyon'un önündeydik. bir şey diyecek misin, dedi. yoksa taksiye binip gidecekti. durdum. banka oturduk. o bir sigara yaktı. ben onun dumanına baktım. bir şey demeliyim, bir şey demeliyim diye bacaklarımı sıktım. sonra hiçbir şey demedim. usul usul ağladım. kalktık. ben gene bir halt diyememiştim. bana döndü, lula, dedi. sarılacak oldu ve işte ben o anda tam anlamıyla infilak ettim. hıçkıra hıçkıra.. aylaynır filan kalmadı ortada. gözler kan çanağı.. o korkunç gotik kızlara döndüğümü ancak 28 bin kişi gözüme gözüme baktıktan, tuvaletteki aynada kendimi gördükten sonra anladım. sonra biraz sakinleştim. annemin seksenlerden kalan guy laroche gözlüğünü taktım. birlikte yürüdük. evin yolu hiç o kadar içli görünmemişti gözüme.

Cuma, Haziran 25, 2010

Çarşamba, Haziran 23, 2010

ece ayhan'dan söz açmak

"Ankara’da, Cumhuriyet’in başkentinde, seçkin bir üniversitenin güzel sanatlar fakültesinin düzenlediği bir konferansta bir araya toplanmış lisansüstü öğrenciler olarak, öğretmenlerinin gözdeleri, karnelerini aldıktan sonra eve rahatça gidebilen öğrenciler olarak, yıl sonu müsamerelerinde rol almış, sınıfın ön sıralarında oturan öğrenciler olarak, Ece Ayhan’dan, devletten ve çocuklardan söz açıyorsak, bazı sınıf arkadaşlarımızın neden burada olmadıklarını sorarak işe başlamamız gerekir. Sınıflarımızın arka sıralarında oturan çift dikişliler, kapıcı ve çingene çocukları, “Kürt çiçekleri,” erkek Fatma’lar ve yumuşak oğlanlar ilkokuldan itibaren birer ikişer gözden kaybolurlar."
e. barca (haziran 2010)

Pazartesi, Haziran 21, 2010

yeşil ekran

eve geldim. banyoya girdim. yüzümü yıkamak için musluğu açıp eğildim. sonra aynada kafamdaki yeşil şeyi farkettim. yaprak sanıp atacaktım ki kımıldamaya başladı. saçıma sinek dolanalı birkaç sene olmuştu ama tırtıla ilk kez rastlıyordum. haliyle biraz panikledim. annem sonra onu aldı. sevimli bile buldu inanmazsınız. ve bana dönüp dedi ki; "hani kanyon'a gidecektin?"

Pazar, Haziran 20, 2010

lulaontheair

söylene söylene bir twitter hesabı açtım bakalım. geçen senelerde dnzkz bana bir davetiye yollamıştı ve ben ne kadar lüzumsuz birşey bu, diyerekten icabet etmemiştim. fakat şimdi son derece lüzumlu(!) olduğuna kani oldum. ve sevgilimin yokluğunda, sıkıntıdan bir hesap edindim. (la luz'a da bana eşlik ettiği için teşekkür ediyorum) şimdi, dünyanın en saçma aforizmalarını, evet muhakkak aforizmik konuşulmalıymış twitter'da, yazmak için kolları sıvadım. e şey, merak ederseniz, sahne adım, lulaontheair.

Cumartesi, Haziran 19, 2010

last night a dj ruined his life

lula severler tünaydın. bugünkü makalemde size bir dj'in dramından bahsetmek istiyorum. kendisini tanımıyor ve dahi bilmiyorum. ve fakat yaşadığı dramı gözler önüne sermek boynumun borcu oldu. şimdi biz geçen gece bir düğüne davetli olarak katıldık. başka türlü katılmak mümkün mü onu bilemiyorum. şahane bir kır düğünüydü. güneş batmış kuşlar çıldırmıştı olay yerine vardığımızda. şehrin neredeyse dışı sayılabilecek mekanda gelinle damadın evet diyeceği çadır da çiçeklerle süslenmişti. her kadın kır düğününden hoşlanır. benim gördüğüm kadarıyla erkekler de çok memnundu. gelinle damadımız evet dediler ve leonard cohen'in dance me to the end of love'ında dansetmek üzere piste doğru ilerlediler. bence çok güzel bir ilerlemeydi. zaten gelini çok severim. anladığınız üzere biz kız tarafıydık. neyse efendim, ne diyordum, işte olan o an oldu. şarkı şahane gidiyordu, gitti de. ne zaman halk piste geldi, vatandaş da sahneyi terketmedi ve büyük kalabalık şarkılar eşliğinde dansetmeye başladı, bir şarkının, en orta ve çılgın yerinde parça önce hızlandı ve fena halde tiz bir sesle cazırdamaya başladı. nasıl olduysa müdahalede epey geç kalındı. uzaktan seçebilidğim kadarıyla dj küfür ediyor ve eliyle sinirini ifade eden hareketler yapıyordu. kulaklarımızı tıkadık. sonra başka şarkıya geçti: sezen aksu'nun rakkas'ıydı sanırım. hiçbir şey olmamışçasına devam etti kalabalık. ama ben dj'in yüzündeki acıyı seçebildim okurlar. başarısızlık tüm memelilerde aynı düşkırıklığına sebep oluyormuş onu da birkez daha görmüş oldum.

Çarşamba, Haziran 16, 2010

Salı, Haziran 08, 2010

lula's little elbows

"sometimes you feel you've got
the emptiest arms in the whole world"
bir kadının giyebileceği en güzel giysi sevdiği adamın kollarıdır, ben ona sahip olamayanlar için moda yapıyorum, diyen kimdi, sanırım yves saint laurent. bir de gülin'in nişanlısı vardı laurent. evlenmişlerdir şimdiye. bir serbest çağrışımdır gidiyor sabah sabah. ve yani demek oluyor ki moda, yalnız kadınlar içindir. öyle midir? moda sadece bir semt adıydı ben küçükken. gerçi ben evin bahçesinden pek çıkmazdım ve bisikletçilerin olduğu alt geçidi, üniversiteye gidene dek oranın adının saraçhane olduğunu öğrenemeyecektim; şehrin dışında zannediyordum. benim dünyam ufacıktı işte. ben zaten ufacıktım. bir dolu hastalıkla başetmeye çalışıyordum. hep çok öksürüyordum. ben bir öksürük hastası mıydım? neydim bilmiyorum ama buzdolabında tüp tüp sıvılar olurdu ve ben haftada bir onları üzerime enjekte etmeye giderdim. annem yanımda bazen ağlayacak gibi olurdu çünkü ben zaten çok pis ağlıyor olurdum. şimdi düşünüyorum annem o zamanlar benim şimdi olduğum yaştaydı. şişli'deki o ölümüne ilaç kokan muaynehaneden çıktığımızda benim gözlerim meteoroloji balonu gibi görünürdü. mağazaların camlarında kendimi görürdüm. ve annem her çıkışımızda bana ufak bir bebek alırdı. dandiklerdi, şimdi hatırladığımda birkez daha dank ediyorum ki epey dandiklerdi. ama işte her hafta alırdı annem. ben yol boyu onlara bakardım. saçları hep ne kadar güzel olurdu onların. benim saçlarımsa asla bir tokaya sığmazdı. zaten sarışın da değildim, gözlerim kahve. kendimi hep biraz beğenmediğimi hatırlıyorum. biraz mesafeliydim kendime hep. adımın da serap olmasını istiyordum zaten. aşağı yukarı herşeyimin değişmesini diliyordum sanırım. annem beni hep minik serçem diye seviyordu. o zamanlar bunun edith piaf'a ait bir tamlama olduğunu süphesiz bilmiyordum. ben işin aslı edith piaf'ı da ancak lise son sınıfta tanımıştım. hayallerim yıkılmadı değil tabii. yeryüzündeki tek minik serçenin kendim olduğuna inanacak kadar saftım yani. (sezen aksu'dan bahsetmiyorum bile) oysa şimdi ne kadar uyanığım(!) allahım.. zaman içerisinde o muaynehaneye gittiğimiz günler ve dolayısıyla bebek alımları seyreldi. hastalığım sanırım iyileşiyordu. saçlarım hala tek tokayla toplanmıyordu ve gözlerim de alabildiğine kahveydi ama hastalığım gerçekten iyileşiyordu. ama ben hep biraz sessiz ve yalnız kalıyordum sınıfta. hava yağmurlu olduğunda bütün koridorlar tıklım tıklım doluyordu. bense sınıfta oturuyordum. sanırım pek zevk almıyordum o kargaşadan. sonradan aldığım da oldu ama işte ilk seneler, haydi tamam, 4. sınıfa dek, öylece oturuyordum. çalışkan mıydım, hayır, çalışkan da değildim. öylece oturuyordum. ali ve beyza ve işte bütün diğer çok çalşkan, ailelerinin biricik çocukları tenefüslerde oradan oraya koşup gülüyor, bense çoğu zaman camdan dışarı bakıyor, öğretmenin gözdesi olmaktan fersah fersah uzaklaşıyordum. bütün bunlar nereden mi aklıma geldi, bilmiyorum. sanırım geçen beyza beni babasına tanıtırken "baba kıvırcık saçları vardı hani, çok sessizdi.." dediği için...

Perşembe, Haziran 03, 2010

horchata

"en çok sevdiğim şeyleri sıralayabilirsem, becerebilirsem; yağmur sonrası kokusu dolacak içime." demişim vaktiyle. insanın eski yazılarını okuması çok tuhaf. sanki başkasının gibi. aynı sen değilsin zaten. hayatın, içindekiler, etkileri, yan etkileri, değişiyor. varlığın değişiyor. sen yine sensin. gülersen başını geriye atıyor, küsersen gözlerini uzaklara dikiyorsun, aşıksan sokak ortasında elini mikrofon yapıp şarkılar söylüyorsun, sen sensin işte ama değişiyorsun. bir hayatı kurmaya çalışıyorsun. bir hayatı ellerini kanırta kanırta kurmaya çalışıyorsun. evet, yaşlanıyorsun, saçların ağarıyor hafiften, gözlerine bir durgunluk iniyor ama işte sen sensin, camın arkasından sana bakmazsa tıklatıp dil çıkarıyorsun, araba yeterince hızlıysa elini camdan çıkarıp parmaklarını açıyorsun. sevdiklerin yine orada. sarılıp öpüyorsun. her sabah o muhtekulade kahve fincanında, evet, özden'in hediye ettiği o biricik, eşsiz kahve fincanında türk kahveni içiyorsun. her akşam aynı kararlılıkla panjuru açıp köprünün ışıkları duvarına dolsun istiyorsun. sen gene sensin işte. kolların gene incecik, omuzların dar. gene çok istesen de beceremiyorsun sol gözünü kırpmayı, sigara içmeyi. ama değişiyorsun işte. önceliklerin değişiyor, önce sonra değil mesele, bir elmayı neresinden tutarsan tut onu yersin ama onu tuttuğun yer değişiyor. demek istediğim ellerin aynı el, ayakların aynı ayak, saçların aynı saç ama sen işte tüm o aynılığın içinde, aynı lula olamıyorsun. yaşanmışlık en büyük değişken olarak hayatına yerleşiyor. gördüklerin duydukların dokundukların seni başkalaştırıyor. içlenerek söylemiyorum, lanetli birşey değil bu. yaşamın ta kendisi. diyeceğim o ki, melankoli bile bir süre sonra taşınmak istiyor. yağmur sonrası kokusu da en fazla üç saat sürüyor. bütün güzellikler tekrar gelmek üzere yanını yöreni terkediyor. bir tek sen kalıyorsun kendine, eline ayağına saçına.. kendi kendine en iyi oyalanan insan en güzel insan oluyor işte bu yüzden. burası bir nöbet yeri değil rıdvan, nöbetimiz bitince gidecek değiliz. burası mecburi istikamet değil. burası lütuf, burası sevdiklerimizin elini tuttuğumuz, bileklerine resimler yaptığımız bir yer. burası nöbet yeri değil.

Çarşamba, Haziran 02, 2010

".... bir insanı öldürmek tüm bir insanlığı öldürmektir. dün insanlık akdeniz'in uluslararası sularında boğuldu."

Çarşamba, Mayıs 26, 2010

hey you, die for me, now!

şimdi ben bir yerlerde müdür olmak için kpss'ye girmek zorundaydım. bu sebeple de bir bankaya yüklü miktar para yatırmalı, sonra bilindik bir okuldan şifre almalı sonra o şifreyle de münasip bir yerden internete girip form doldurmalıydım. ama bütün bunlar için toplam 2,5 saatim ve yorgun bacaklarım vardı. ben tabii parayı yatırdıktan sonra geri kalan işleri evden halletmeyi planlıyordum. herzamanki gibi planlarım kafamda patladı. şifre almak için okula gitme zorunluluğu varmış. taksiye bindim, acele beşiktaş lisesi, dedim. liseye de acele giden yeryüzündeki tek insan olduğumdan şöfor beni biraz tuhaf karşıladı ama görev verilmiş her insan gibi heyecanlanıp, merak etmeyin, dereden tepeden yetiştireceğim sizi, dedi. dediğini de yaptı, dereden tepeden ortaköy'e vardı. ama sonrası kilitti. yürüsem daha hızlı gideceğimden taksiden indim. eğer de müdür olamazsam bu kpss illetini bütün müdürlere yediririm diye iç geçirip okula vardım. kuyruk benim boyumu iki üç yüz kat aşmıştı. dereden tepeden sızıp müdüriyete geldim, ben, dedim, sadece şifre alacağım. mavi gömlekli bir görevli, beni takip edin, dedi. takip ettim. bir başka kuyruğa yöneldi, onları geçip elindeki anahtarla kapıyı açtı. ben de içeri girdim. ben tam şifre alacaktım, adam, dilerseniz kaydınızı da yapalım, dedi. işte hatam buydu. bir iyiliği kabul etmek. akşam eve geldim mail kutumda bir mail:
merhaba lula, bugün geç saate kadar kayıt aldım, çok yoruldum. orada da fazla birşey diyemedim. şimdi bir selam göndermek istedim. seninle yazışmak isterim. hoşça kal. adım bahattin.

Cuma, Mayıs 21, 2010

yolun sonu haydut ini

epeydir iş görüşmesine gitmiyordum. biraz gerildim önce. sonra bir baktım hep aynı şey oluyor. yaşınızı hiç göstermiyorsunuz, allahım ne de 'cool'sunuz, iş temposu sizi yormasın, biraz narin duruyorsunuz.. aşağı yukarı hep bu demeçler.. sonra görüşme bitince kendimi dar attığım sokakta hemen mutsuz olup telefona sarıldım. kimi arasam evde yoktu. bilmediğim sokaklarda hep çok tedirgin oluyorum. bütün işlerden tiksinebilir miyim dedim içimdeki polise, izin vermedi. her zaman olduğu gibi hiçbir şey olmamışçasına eve geldim, bir kahve yapıp müzik dinledim.. allahım ne de cool'dum, kendime gıpta ettim.

Çarşamba, Nisan 07, 2010

olmaz mı olur ya

tüm saatler durur da sonsuza dek yanımda kalırsın

Pazar, Nisan 04, 2010

Pazar, Mart 21, 2010

sevgi neydi?

sevgi emekti..

Çarşamba, Mart 17, 2010

fucking nihilist

doğukan: yaa, bugün dersi erken bitirsek, nolur..
lula: ama daha yeni başladık.
doğukan: çok yorgunum ben, lütfen..
lula: sıkılıyor musun?
doğukan: evet. çok sıkılıyorum.
lula: matematik öğrenmek istemiyor musun?
doğukan: hayır. hiç istemiyorum.
lula: neden?
doğukan: çünkü çok saçma. bütün dersler çok saçma.
lula: peki sence anlamlı olan ne?
doğukan: hiçbirşey.
lula: sen ne zaman bu kadar nihilist oldun doğukan?
doğukan: ben hep böyleydim..

Pazar, Mart 14, 2010

a spoonful of luck

askerliğine ufak bir mola vermişti. aylardan sanırım kasımdı. değildiyse de yakındı. kamyonda bir kahvecide buluştuk. jilet gibiydi. lacivert hep çok yakışır ona. ne kadar oturduk kestiremiyorum şimdi. sonra ben, nihayet, kahve kaşığının ne kadar güzel olduğunu fark ettim. şahaneydi. lacivert sevgilim ayağa kalktı, o küçücük kahve dükkanına girdi. gıcır bir kahve kaşığıyla çıktı. o gün bugündür cüzdanımda. şans kaşığı.

Pazartesi, Mart 08, 2010

Cumartesi, Şubat 27, 2010

venus in fur

herşey benim minimum fransızcamdan maksimum fayda sağlamamla başladı. sonra ne mi oldu? sağır duymadı, uydurdu. şöyle:
esra'nın paris'den gelen misafirlerini kapalıçarşı'da gezdirirken, ünlü bir kürkçüye girdik. yani ben onlara burası çok ünlüdür dedim, onlar da otomatik olarak girdi. birşey almayacağız, sadece bakacağız dediler; üç parçayla ayrıldık. ama anlatmak istediğim bu değil. ben orada müthiş fransızca konuşan tezgahtarın ne dediğini birkaç kez kafadan atmak suretiyle bildim. sonra bu gazla, sanki ne dese anlıyormuşum gibi, demek kate moss da buradan giyiniyor, dedim. bu dediğimin ne kadar saçma tınladığını henüz anlayamamıştım ki, ısrar(!) üzerine marilyn monroe'yu anımsatan bir parça giydim. ve tabii kendilerimi tutamayarak, allahım ne kadar monroe oldum, dedim. arkadan bir ses, başak burcu ya, tutamıyor kendini, gibisinden birşey dedi. anlayamadım. daha sonra yanımıza gelen bu bey, kendinin dünya üzerindeki sayılı numerologdan biri olduğunu söyledi. burcumu bilmesi de oradan ileri geliyormuş. acayip dürüst ve samimisin sen ve çok fazla soru soruyorsun, dedi. gerçekten çok mu soru soruyorum, diye cevap verdim, en hüsrana uğramış sesimle. sonra işte bana dair pek çok şeyi bildikten sonra, arkadaşını eğit, olur mu, dedi. o ne demek, ben onun tarafından eğitiliyorum dedim. tevazu kibirden değildir her zaman. yok yok, senden öğrenecekleri var, sen çok açıksın, dedi. esra'ya baktım, umuru değildi. bu numaracıyı benden başka ciddiye alan yoktu. ben de sakinleşip kendime geldim. tekrar geldiğimde bu marilyn monroe'yu alacağım, diyerek dükkandan çıktım.

Pazar, Şubat 21, 2010

başka bir arzumuz?

benim ikibinondan tek dileğim yüksek tavanlı bir evimizin olmasıdır. eğer evimizin tavanı yüksek olursa yaşadığımız yer daha ferah olur. kitaplarımızın bir kısmı dolapların içinde kaybolmaz. böylece emre onları ararken zorlanmaz. çünkü emre çok kitap okur, çünkü emre akıllıdır.

Cuma, Şubat 19, 2010

deneysel çalışma

saat 12'yi az biraz geçiyordu. saçlarım ıslaktı. makası elime aldım. kesmeye başladım. sadece 4 buçuk dakikamı aldı. kat bile yaptım. idmanlı olmakla ilgili sanırım. ama bu sefer dertten değil, sıkıntıdan değil, zevkten.

Çarşamba, Şubat 17, 2010

Pazar, Şubat 07, 2010

"Resulullah çok şanslı bir insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.

Annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!

Olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
Verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
Resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
Nasıl olsa Resulullah da ölü annem de ölü."

Cuma, Şubat 05, 2010

la finestra di fronte

herkeslerin heyecanla beklediği, hakkında rüyalar gördüğü güne bir kala, beni de ne giymeliyim telaşı sardı. bütün dolabım yatağa serildi. o kısa, bu uzun, o çok siyah, bu çok beyaz derken kafam iyice karıştı. sonra bir ara nefes almak için camı açtım. karşı komşum, “bu değil, diğeri” manasına geldiğini çok geç anladığım işaretler yaptı. yani bunu giyme, diğeri daha güzel, mealli. adını bile bilmediğim komşuma gülümseyip, teşekkür ederim, anlamına gelmesini umduğum bir dizi işaret yaptım. ya da yaptığımı sandım. çünkü işaretlerle anlaşabilen biri değilimdir genelde. ve beğendiği elbiseyi giymemin pek akıllıca olmayacağını düşünüp, bunu bir sır olarak saklamaya karar verdim.

teleferik

tam şu dakika, singapur'la istanbul arasına teleferik döşenmesi için kadir topbaş'a dilekçe yazıyorum.

Cumartesi, Ocak 23, 2010

the kiss

"seni klimt'in öpücük tablosundaki o güzel kıza benzetiyorum. yanakların kızararak mutlu olabilmek ne güzel."
pınar

Çarşamba, Ocak 06, 2010

breaking bad

bu "kendini kötü hisset" dizisini izlemeden duramıyorum, evet.

Cumartesi, Ocak 02, 2010

if we can land a man on the moon, surely i can win your heart

eski sınıf arkadaşları zaman içinde birer yabancıya dönüşüyor ve yabancıların bizi sevmesi çok hoşumuza gidiyor. sevgilisi ünlü bir ressam olan ilkokul arkadaşım resimlerimi görmek istedi. biraz tedirgindim ama yine de gösterdim işlerimi. önce tuhaf bir sessizlik oldu. dudak bükecek sandım ama beklediğimin aksine benden de fazla heyecanlandı. bunlar, dedi, şahane; hem çok naif hem çok heyecan verici ve kesinlikle samimi. öyle mi, dedim şaşkınlıkla. öyle, dedi.

benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya

yeni yıla hep uyuyarak giriyorum ve sonra, sene boyunca, kış uykusuna yatan hayvanlara neden bu kadar imreniyorum diye düşünüp duruyorum.