Salı, Kasım 29, 2005

Pervane'ye açık mektup

hayat kısaysa bile dostluk uzun elif.. hani sen bir gece kapıya gelmiştin, elinde bu balonlarla, hatırlıyorsun biliyorum da, yine de hafızayı ara sıra parlatmak gerek. hani bir kez demiştin ya bana, “senden sonra uzun soluklu bir kız arkadaşım bile olmuyor” diye. sonra uzun upuzun mektuplar yazardın, içinden çiçekler çıkan. sadece çiçek çıksa iyi, kuşlar çıkmıştı birinden, birinden kelebekler.. ama hepsinden sen.. hepsinden senin sevgin.. neyse, demek istediğim, bir şey demek istemiyorum. nasılsa sen biliyorsun tüm demek istediklerimi.

sen benim, kim bilir hangi tarihte, şişenin içine koyduğum, mektupsun. nereye gidersen git bendesin.. bilirsin, çıkmaz sokak varsa bile çıkmaz deniz yoktur yeryüzünde.. nice seneler bitanem. nice nice mutlu seneler..

Pazartesi, Kasım 28, 2005

alırım veririm ben seni yenerim

dün sabah pazar kahvaltısındaydık. ben, özden, elif ve arev. symrna'da. ne kötü bir başlangıç bu.. baştan alıyorum:

dün sabah, elif'in bir haftadan beri, belirsiz aralıklarla, sık sık yerini ve zamanını teyit ettiği kahvaltıdaydık. ben, özden, arev ve aşçı yamağı elif (ilerleyen paragraflarda bunun nedeni açıklanacaktır.). güzel bir kahvaltıydı. en sevdiğim öğün kahvaltıdır benim, doymak bilmem. bilsem de söylemem, söylesem de bir işe yaramaz zaten. yine öyle oldu. bir de bende şöyle saçma sapan bir saplantı var; bal geri dönmemeli. çöpe gitmemeli. ona kıyamıyorum. bu sebeple kahvaltının son demlerinde ben, balı çay kaşığımla kaşıklamakla meşguldüm. pişman değilim, yanlış anlaşılmasın. orda benim tanımadığım pek çok ünlüden ziyade uldız'ı görmek çok şaşırttı beni. ablamın arkadaşı uldız. sevgilisi de kendi kadar şekerdi. burdan onlara mutluluklar diliyorum, bana noluyorsa.. bunların dışında akşam eve dönüşte özden'le hızımızı alamayıp gloria jeans'e gittik. neden kahvesiz dertleşemiyoruz biz? hayır özden'le ben değil, genel olarak diyorum, toplum olarak. boğazımız mı kuruyor, dilimiz mi tutuluyor. kahve yoksa sohbet de mi yok? neyse, ben ne dediğimi bilmez oluyorum böyle bazen. aslında ben başka bir konuya değinecektim. -iç ses: paragraf başı lula, paragraf başı! ne zaman öğreneceksin sen bu kuralları, hmm? burak senden iyi biliyor.-
elif'in bir fotoğrafçı arkadaşı var. ikinci görüşmelerinden sonra, ki bu görüşmelerin ikisi de sergi gezme amaçlı- aşkını ilan eden bir mesaj attığını söyledi elif çocuğun. aşk ilanı olmasa da ona yakın bir şeymiş. sonra aklım takıldı buna. yurdumun bütün erkekleri göle maya çalma telaşında mı yani? ikinci görüşmede mesaj atıp, "ya tutarsa?" zihniyeti mi? yoksa ne? çünkü bu mesajlar cevaplanmadığında kahrolmuyorlar.. gayet sakin devam ediyor hayat. ölsünler demiyorum da, ben ne diyorum sahi?
.
neyse. sıkkın benim canım. kullandığım allık artık üretilmiyormuş. ben allığıma bile ihanet edemiyorum işte.. başka bütün allıklar sahte duruyor yüzümde. a a, unuttum elif'in aşçı yamağı hikayesini. şöyle bir hikaye o: elif yemek kültürü dersi almış, şansına da ödev konusu "hacı abdullah" çıkmış. en iyi sen yaparsın bu ödevi dedi. tam gaz verdi ödevi bana. evet, aşçı yamağı lafı bundan kaynaklı; ama bu metinde kim aşçı, kim yamak ben de şimdi bilemedim. sahiden boş konuşuyorum demek ki.. allığım bile bulunmuyor zaten.. ufflamak istiyorum sayın seyirciler..
.
hep böyle otomatik olarak sızlanan ben, burada mektubuma son verirken, uzaktaki ablama uldız'ın selamını, yakındaki babama da istediğim telefonun kodunu yolluyorum. -aldı o mesajı-
tüm içtenliğimle;

lu-alış veriş gazisi-la

Cumartesi, Kasım 26, 2005

saatleri ayarlama enstitüsü

yani hayatımın her günü saatlerin alındığı gecenin sabahı gibi sanki. ve ben saatimi ayarlayamışım gibi; ya ileriyim ya geri..

Çarşamba, Kasım 23, 2005

hıçkırık

"derin tutkulara düşmemek; buydu hayattan anladığımız.."
.
dişçiye erkenden gitmem gerek sanıyordum meğer öğleden sonraymış randevum. meğer bende unutkanlık başlamış.. dişçimden de taksicilerden de bahsetmek istemiyorum. kendimden de bahsetmemek istedim bir an.. mümkün mü? insan başkasından bahsederken bile, bahseden kendisi olduğu için kendini ele vermez mi? bilemiyorum. çok düşünmek baş ağrısı yapıyor bende. küçükken ben, babamın babaannesi de hayattayken henüz, saçımızı camdan dışarı atmamamızı tembihlerdi. o saç telleri bir serçenin ayağına takılırsa şayet, bunun bizde baş ağrısına sebep olacağını söylerdi.. o zaman da tıpkı bugünkü gibi "batıl" tınlardı bu söz. ama sanki şimdi başımı cidden camdan attığım teller ağrıtıyor.. öyle apansız, bir serçenin küfrü gibi.. ağlamak gibi oluyor. ben neden o canalıcı, sıkıcı ilkokul kitaplarındaki bayağı tasvirler gibi ağlayamıyorum? öyle "gözlerimden yaşlar boşaldı" gibi, hmm? öyle olmak istiyorum aslında.. hıçkıra hıçkıra ağlayayım.. oysa benim nöbetlerim uzun ve sancılı sürüyor. sessiz sessiz ağlıyorum. sanki gizlemem gerekiyormuş gibi.. utandığımdan değil, asla.. ağlamayı utanılacak bir şey olarak görmüyorum ben zaten. sadece kendi ağlayışımı, gülüşümü beğenmediğim gibi beğenmiyorum. ya da hep olmadığım gibi olmak istiyorum.. atölyede feride hoca vardı, hala var da artık atölye pek yok, işte o bir kez bana çok güzel ağladığımı söylemişti. tam da benim kendimi beğenmediğim sebepten.. ağlarken çirkin olanlardan değilmişim, öyle demişti. zarif ve kırılgan ağlıyormuşum.. ben tabii o sıra bunun iltifat mı yoksa teselli mi olduğunu düşünecek durumda değildim. canım fena halde sıkkındı.. yer ve zaman gözetmeksizin ağlayabilen biriyim ben.. iyi bir şey mi yoksa rezil mi oluyorum her defasında bilemiyorum.. bir kez de istiklal caddesini ağlayarak geçmek durumunda kalmıştım. tünelden metroya kadar.. hatta metroda da.. ne çaresizdim Allah'ım.. ve ne kadar budala..! şemsiyemi unutacak kadar buğulanmıştı aklım. arkamdan bir adam seslenmişti: "bayan..! bayan...!" diye.. öyle az geliyordu ki sesi, epey bağırtmıştım galiba farkında olmadan... "bayan, şemsiyenizi unuttunuz." demişti. bense, terminatör 2 deki linda hamilton gibi bakıyordum etrafa. onun akıl hastanesindeki hasta bakıcılara bakışı gibi.. durgun ve anlamaz.. 3 dakika sabit durduktan sonra teşekkür edebilmiştim.. o gün ben şemsiyemi değil de kendimi kaybetmeyi istedim, beceremedim elbette.. neyse..
.
hale "lula beni hatırlamadı mı?" dedi... lula seni hiç unutmadı; ama ifadesiz lula, çarpık lula, yürürken vitrine bakarken aksine dalan lula.. dayaklık mu bu lula, hmm? kızılcık sopasıyla vurulası mı avuçları? ama inan unutmadı, biliyorsun da bilmiyormuş gibi yapıyosun hale.. şimdi rolleri değiştik işte.. sopalıksın hale, en sopalık.. yine de doğdun diye mutluyum ne yalan söyleyeyim.. sen hep en deli olansın, en dolu ve de.. öpüyorum, öpüyorum öpüyorum.. her yanağından 8245'er kere.. nice seneler.

Pazar, Kasım 20, 2005

pazar: sıkıntının orta adı

aslında bana her gün pazar ama yine de pazar günü rehavetini fırsat bilip daha da bir gevşek, daha da bir şömine önü kedisine dönüyorum. gezi, dekorasyon, moda dergilerinin binini bir anda okumaya yelteniyorum, onları dün akşam elime tutuşturanı düşünüyorum, ona küçük prensin evcilleştirdiği tilki gibi bakmak, onun geleceği saati bilmeye çabalayarak, o gelmeden evvel heyecanlanmak istiyorum. çünkü kendisi bana eşi olmayan bir şey armağan etti. üzerinde küçük prensimin olduğu bir madeni para. ama nereye ait olduğu bilinmeyen bir para. "b 612" ye gidersem işime yararmış, öyle diyor. öpüyorum ben de onu, en evcil halimle. bir de utanmadan söz veriyorum b612'den ona kart atacağıma.. işte böyle efendim. pazarımın başı böyle, sonu da buna benzer olacaktır sanıyorum.
.
ha bu arada dün bir taksiciye denk geldim, şansım yaver gitmeye başladı belki, bilemiyorum, çok nazik biriydi. sigara içerken bile sordu rahatsız olur muyum diye.. öyle yani.. belki bu bir işarettir. belki şehre yeni, yepyeni bir sürüm taksiciler geliyordur. hmm, olamaz mı? neyse. elif şikayetçi zaten: "kızım nedir bu taksicilerden bahsedişin?" diyor. bundan böyle bahsetmeyeyim bari, değil mi?
.
neyse.. dün akşam eve geldim, midem fena halde bulanmış ve merdivenleri zor çıkmıştım. öyle bir suratım vardı ki, annem söylenmedi bile "nerede kaldın" diye.. neyse işte, o haldeyken bile canım kız kardeşim "bana ıslak kek yapsana" diyebildi.. istek sonsuz, hizmet sınırlıysa da.. neyse işte, kırmam ben onu, ama tariflerimi bulamadım. hale'yi aradım, tarif almak için. evli ya hani, ezberden biliyordur belki diye.. ama noldu? yine azar işittim kendisinden: "kızım ben ev kadını mıyım? ne bileyim ıslak keki, portakalağacı koma gir bak..!!" evet böyle ünlemli konuştu.. ama yılmadım, "nütfen nütfen baksana defterine" dedim. ı ıh. olmadı. üzgün olduğunu anladım. canının sıkıldığını. "çalışmamak istiyorum" dedi, "sen keyfine bak, sakın çalışma".. neyse işte; ıslak kek tarifi arayışım sürdü. elif'i aradım. o ezberden bildi, 10 puan yazdım hanesine. o bu puandan habersizdi elbette. sonra keki sabah yapalım, şimdi film izleyelim dedik.. 21 gramı izledik. sonra da saat 3 olmuştu, uyudum ben, kardeşim bir de star wars izledi sanırım. neyse, ne kadar sıkıcıyım Allah'ım...

Cuma, Kasım 18, 2005

masumiyet

dün ablamla karşılaştım sanal bir mekanda. mark'ın çocukluk fotoğraflarını yolladı. buyrun siz de bakın. işte burda; kocaman gözleri ve kızıl saçlarıyla. çocukken masum olmak, büyük bir marketten çıkarken ele tutuşturulan upuzun fişler gibi.. istemeseniz de veriyorlar. küçüklük öyle bir şey demek ki.. büyüdükçe anlaşılıyor da, elle tutulamıyor. neyse işte. bütün çocukluklar güzeldir diyecektim, bütün çocukluklar fersah fersah neşedir, sevinçtir, yağmurdan, sokak köpeklerinden kurtarılan yavru kedilerdir. onların gri olanlarına "duman" ismini vermektir. eve geç gelince doğru yatağa koşmaktır, uyuyor numarası yapmaktır.. çocukluk denilen şey baştan uca puantiyedir. puan puan renktir. yeşildir, mavidir, pembedir. arkadaşım eşektir. okuma bayramıdır, bu bayram esnasında yalova'da çilek toplamaktır. katılamamaktır. çocukluk babanın kucağında uyuya kalmaktır, arabanın camından dışarı bakarken "anne ay neden bizimle geliyor?" diye sorabilmektir.. benim çocukluktan anladığım da nedir ki zaten; kendi çocukluğumu hatırlamaktan başka?
.
ı ıh. devam etmiyorum. etmeyeceğim.

Pazartesi, Kasım 14, 2005

kayıp aranıyor

gecen gece sergi açılışına davetliydim ya, hani yeşil giymiştim, işte o gece, evet, keşfedildim. şaka bir yana, serginin ev sahibesi Taci Hanım'ın kızı fotoğrafçıymış. orada bir kaç kare fotoğrafımızı çekti. onları e-mail yoluyla yollamış. bir de eklemiş: "yüzün çok güzel, portre fotoğraflarını çekmeyi çok isterim..". evet bunun gibi bir şey demiş. ben de cevaben portre fotoraflarına uygun olmadığımı düşündüğümü, zira dişlerimde tel varken gülmeyi pek beceremediğimi falan söyledim. herhalde gülmemi istemediği için, ya da başka bir sebepten "hiç önemi yok tellerinin..." dedi. ağlamamı mı isteyecek yoksa Allah'ım? bilemiyorum, ama potfolyosunu çok beğendim. ve tek bir şart koştum, "ben de senin fotoğrafını çekeceğim ama.." dedim. bir kaç da çalışmamı (!) yolladım. beğenmiş. sevinmiş. "oleeeeeeeey, bir fotoğrafçıyı kareleyeceğim!!" demiş. ama ben de aynı bu pozdan istiyorum. evet evet. aynı ondan istiyorum. bunu idil'e nasıl söyleyeceğim? neyse.
.
sonra... cumartesi günü elif'in resimleri sergilenecekti cevahir otelde. address istanbul muydu neydi? işte öyle bir yer.. ben o sabah da annemle tartıştığım için işlerim ters gidiyordu. durakta taksi yokmuş, yola kadar yürüdüm, caddeye çıktım evet. hala ufukta taksi yoktu. sinirlensem mi, üzülsem mi, acısam mı kendime bilemedim. zar zor bir taksi bulup dişçime gittim. evden çıkarken aramıştım sözde. telefon meşguldü diye beklemedim. gittim ve kapıda kaldım. ben taksi ararken sanırım gitmişler. ortodontistim ve tayfası. sinirli şirin bile olamadım. şirinlik bir halim kalmamıştı. tekrar taksi aradım. bu böyle değildi eskiden diye düşündüm. taksiler müşteri arardı. iki taksi beni geri indirdi, biri yolu bilmiyormuş, diğeri için de ters tarafta bekliyormuşum, yolun karşısına geçsem daha iyiymiş.. hiç önemli değil, sizinle dönelim dedim, olmazmış, benim parama yazıkmış, çok yol varmış dönmek için... çıldıracaktım. ve bu arada güneş enerjisiyle çalışan telefonumun şarjı bitmişti pek tabii. en çok lazım olduğunda şarjı olmaz onun. huyu kurusun. son taksi şoförü beni metroya bindirdi zorla. benim kulaklarımdan dumanlar çıkıyordu. aynı o eti browni reklamındaki şapşal kız gibi bakıyordum etrafa.. sanki herkes sevgili, herkes mutlu, herkes neşeliydi de bir ben köşeye sıkışmış, sözümde duramamış ve buluşmaya geç kalmıştım.. çukulata iyi gelir belki dedim. o kıza browni iyi geliyordu, hem aşkı hem birlikteliği hem karın tokluğunu getiriyordu mucizevi şey.. ülker makinesine para atıp sütlü çukulta için gerekli numaraya bastım. aldım da çukulatamı. ama n'oldu? paramın üstünü vermedi. şu kadar krediniz var dedi. o parayı bana harcatana kadar uğraştı. yapay zekaya karşıyım. sonuna kadar. çukulatamı yerken bunları düşündüm. metroda sağa sola anlamsız anlamsız bakarken de..
.
bunların dışında dün silah zoruyla yazlığa gittim. benim annemde neden ve nasıl peydahlandığını bilemediğim bir aile saplantısı var. elbette ben de ailemi seviyorum ama her zaman beraber olma şartı nereden kaynaklanıyor? ben imzalamadım öyle bir şartname.. her neyse.. aynen bu sinirle gittim. hatta son ana dek gitmemeye çalışıyordum ama olmadı. zile uzun uzun basıp, hadiledi annem. "beklemeyecekseniz gidin" dedim. sinirlendi bu sefer, hadilemeye devam etti. bir yandan da söylendi: "arkadaşın çağırsa dünyanın bir ucuna gidersin, şurda baban rica ediyor..." yalan.. külliyen yalan.. kendi zorluyor beni, bir de babamı öne sürüyor. biliyor babamı kıramayacağımı.. evet n'oldu..? ben ifadesiz suratımla, arka koltukta, anneme uzak, cama yakın, kulağımda kulaklıkla radiohead dinledim. tamamen yok olmak nasıl onu anlatıyordu thom yorke.. annem kulaklığımın tekini çekip: "neyin var senin?" dedi. sustum. kulaklığı taktım tekrar. sessiz bir film gibi devam etti annem konuşmaya. yani ne diyordu bilmiyorum ama hareket ediyordu sanırım ağzı. cama döndüm. bir şeyler yazdım. şarkıyı tekrara aldım. böyle şeyler işte.. yazlıkta da, hani camekan bir bölüm oluyor ya, eve hem dahil hem değil.. işte orda uyudum. ısıtıcıyı yakınıma koymuş babam. yani sayın okurum, uyudum ve beş karış suratla geri döndüm. böyle oldu. ama aile saadetimize diyecek yok.. değil mi anne?
.

Perşembe, Kasım 10, 2005

kaşifin seyir defteri

çok ilginç bir şey keşfettim dün. benim cep telefonu numaram "1234567"nin anagramı (başındaki 0235 hariç) ... neyse efendim, yeni keşiflerde buluşmak dileğiyle..

Pazartesi, Kasım 07, 2005

sürekli aydınlık için bir dakika karanlık

Bu sabah, uyanır uyanmaz güne afili bir başlangıç olsun diye cardigans’ın a good horse’unu açtım son ses.
.
"i've been whinin' bout a fresh start
i found myself a good horse"
.
dedikten sonra "hey!" diyor ya; işte böyle bir başlangıçla günün sonuna dek "hey"leyeceğim, içim içime sığmayacak, hatta horon tepecek, ben de yerimde duramayacağım sanıyordum. yanılmışım. günün geri kalanında, ki yaklaşık 10 saat, "heyheylerim üstümdeydi". yanlış heyheylenmişim. shrekte yanlış iksir içtiğini sanan dev gibi hissettim kendimi. yanlız ve sevgisiz. eşeğim bile yoktu. yürüyüşe çıktım, döndüm. uzandım, kalktım. kitap okudum, kitabı kapattım, kendime bir sandviç yaptım. annem evde yoktu ama sesi yine de bir yerlerden yankılanıp "dolapta yemek var, üşenme ısıt, sandviçle geçiştirme" demeyi başardı. dinlemedim. çay yaptım, içtim. sonra biraz daha, biraz daha.. belki bu sıkıntım tetikler de resim yaparım dedim, ı ıh, yapmadım. yapılmış resimlere baktım. annemin kim bilir hangi deliğe tıktığı resimlerimi aradım. bulamadım. bulsam çakacaktım. tekrar uzandım. kardeşim bir woody allen filmi açtı. biraz biraz, sonuna doğru hepten neşelendim. "yeşil giyeyim" diye geçirdim içimden. yarınki açılışta. sonra kumbaramı açtım, döktüm, saydım içinden çıkan paraları. çok bir şey yokmuş. olanı da tekrar içine koyup kapattım. içinde kaç para olduğu bilinen kumbaraların bu kadar sevimsiz durduğunu bilmiyordum. bir kaç bozukluk daha attım, ne kadar olduklarını bilmeden. "her sıkıntıya böyle kolay çözümler olsa keşke" diye düşündüm. misal birisi duymak istemediğimiz bir şey mi diyor, içimizden 20'ye kadar saysak gözlerimiz kapalı, geçse; ya da kettle mı bozuk, çalışmıyor mu, yine, gözümüzü kapatıp cezveye uzansak, sevimsiz olmasa artık soğuk sular... böyle şeyler işte.. günlük hayatı kurtarmak için gözlerimizi bir kaç dakikalığına yumsak; hmm?

Pazar, Kasım 06, 2005

bir kaşık sonbahar

yeni bir şey yok. alabildiğine durağan, biteviye sıkılgan her şey.

Perşembe, Kasım 03, 2005

bu bir bayram tebriğidir

şekerleri sağ cebime, harçlığı da sol cebime doldurun. yanağıma da bir öpücük kondurun.

.

iyi bayramlar.
.
bayram hediyeniz babamdan. altına geçip dilek tutmak serbest.
.

Çarşamba, Kasım 02, 2005

patikler kimin icadı?

dün fatmayla bayram öncesi son bir iftar yapalım dedik. özden de gelecekti. bu sefer aradım hacı abdullah'ı, yer ayırttım. çok medeniydim. ama yine de evden vaktinde çıkmayı beceremedim. anneme not bıraktım: "iftara gidiyorum, gelince görüşürüz." ve evet her zamanki gibi koştur koştur çıktım evden; dört nala. bir buluşmaya da vaktinden 3 saat evvel çıkabilecek miyim acaba? şöyle sakin sakin, aynalara baka baka.. durakta taksi yokmuş, caddeye yürüdüm. koşar adım yürümeye devam ettiğimi söylememe gerek yok; anladınız zaten. nihayet bir taksi durdurdum. ve bunun, taksi çevirmenin kesilikle kumar olduğunu düşündüm. "aşkta kazanırım umarım" dedim içimden. trafiği görüp "yan yoldan gidebilir miyiz" dedim. ooo, kime diyorum; "hep böyle burası, açılır açılır..." sakin olmak adına çantama yöneldim. uğraşacak bir şey var mı diye. aynadan bana bakıp: "okuldan mı?" dedi, "efendim?" dedim, "okuldan mı çıktınız?" dedi. "yoo" diyerek sözü uzatmamak istedim. başka şeyler de istiyordum.. mesela yapay zekalı taksi şoförleri, mesela sadece soru sorulunca cevap veren taksi şoförleri, mesela belki de bayan taksi şoförleri -hiç değilse takside göz kalemi sürmek gibi bir avantajı olabilirdi-... ama istediklerime sahip olmam istemediklerim karşısındaki duruşumla şekillenecekti. bu sebeple hep belirsiz bir gelecekte asılı kaldılar -yani sanıyorum-. en son ters bir yola soktum taksiyi, giriş var sanıyordum, yanılmışım. kocaman bir cip önümüze çıkınca ben en ana okulu sesimle: "burda inebilirim." dedim. indim de, arkama da bakmadım. geri mi gitti, yol mu istedi haberim yok. metroya doğru acele ve acımasız adımlar atıyordum. ve pek tabii metro yolunda 8 beygir gücünde olan ben, hızlı hızlı jeton aldım, onu attım, turnikeleri geçtim, trene bindim. iyi ki bindim, daha fazlasına nefesim kalmamıştı. bir gittim ki taksime, henüz kimse yok. dolandım dolandım, taksiciyi düşündüm, sonra bana ne dedim, düşünecek hiçbir şeyim yok mu dedim, iftarda ne yesem dedim... sonra fatma, kuzeni, arkadaşı geldi. en son da özden. orda burda şurda oturmak suretiyle geceyi noktaladığımızda 3 şişe, 2 bardak, bir de genç bir kızı düşürmüştük yere. "nazarmış" öyle dedi özgü. ayrılırken de "yine görüşelim" dedi. çok pozitif biriymişim, hemen ısınıyomuş insan bana..
.
..
.
ben hep üşürüm ama..

Salı, Kasım 01, 2005

buğuya gazel

balkon camının buğusuna adını yazacak kadar çocuk kalmış bu lula..