günlerden pazar yine. fonda andrew bird çalıyor. (tavsiye edene teşekkür ediyorum; doğum günümü kurtardığına da.) dinlendikçe daha çok dinleniyor. bu sabah hayat biraz geç ve huysuz başladı. bir şeyin başıma geleceğini anlamak gibi bir huyum olmasına rağmen ona karşı önlem alamayan biriyim ben. ne alakası mı var? şöyle; kız kardeşim arkadaşına -üst komşumuz- gidecekti. çıkarken "bak makarna var ocakta, unutma al onu 5 dakka sonra" dedi. "tamam tamam." dedim. bir de ekledim "ben banyo yapıcam, anahtarını al, duymam yine kapıda kalırsın dünkü gibi." dün kaldı çünkü. ben banyodaydım. karnımdan geliyordu sanki sesi telefonun ve de kapının. sonra "acaba gerçekten de kapı mı çalıyo?" diye düşünüp kapıya gittiğimde de kulaklarından dumanlar çıkan kardeşimi ve en yakın arkadaşını buldum. arkadaşı oturuyordu, ondan sanırım, biraz sakindi. oysa kardeşim beni ilk fırsatta boğacaktı. imkan vermedim. hemen z. ye sarıldım. sağolsun bir şey demedi. her neyse işte bu kapıda kalma flashbackini yapmamın nedeni kardeşimi neden uyardığımı anlatmak istememdi. zira anlattığım kadarı biliniyor. uyardım ve pek tabii 5 dakka sonra ocaktan almam gereken makarnayı unutarak banyoya girdim. yine karnımdan sesler gelmeye başladı. telefonum da kapı da çalıyordu. uffladım. kızdım da. çıktım banyodan. söylene söylene gittim. baktım kardeşimin eli içerde. "kızım sen hasta mısın?" dedi. kapının, hani şu yukarda bir aparatı var ya; onu itince kapı açılmıyo, işte onu itmişim bir ara. elindeki anahtar bir işe yaramayan kardeşim beni cidden boğacakti ki mutfaktan gelen kokuya odaklandı. bir ton söylendi. "bir daha bana bir şey yapmamı söylemezsin sen de!" dedim. dersini aldı mı bilmem. souvent femme varie bien fou qui s y fie. telefon çaldı. fatma. "aşkitom harvard'a gidiyoruz, sen de gelsene." "oluuur" dedim. evde kalsam kardeş dırdırı çekeceğimden emindim. "çok iyi olur." deyip giyindim. hem başka bir şey daha oldu ama onu anlatmak istemiyorum. o canımı daha çok sıktı hem. neyse. böyle işte. üşüdüm oturduğumuz yerde. şal istedim. yine üşüdüm. "saçımı kurutmadım ondan mı?" dedim. evet anlamında onayladı fatma. kafam dağılıyor fatma, hep konuş hiç susma.. bu renk bana ne çok yakışıyormuş.. fatmaaaa; ayrılık mı yazıdan önce icat edilmiş; yazı mı ayrılıktan önce?
dünden bahsetsem ben? bugün hava kapalıydı. dün nasıldı bilmiyorum; özden'le kapalı mekandaydık. çıkınca da hava kararmıştı zaten. yeni döndü tatilden özden. karadeniz yaylalarında yeşilin seksen tonunu görmüş. o söylemedi ama ben anladım gözlerinden. yeşermişler. özden'in yanındayken sanki biri akrebe rüşvet veriyor. yelkovan sabit kalıyor ama akrep devamlı ilerliyor. yine öyle oldu. en son ben elmas bir yüzük deniyordum, özden de "yakıştı" diyordu. satıcı bir satıcı klişesi olarak "düşünürseniz bir indirimimiz olur" dedi. ben de benim klişemle cevapladım "düşündürtücem; siz merak etmeyin.". her neyse.. özden diyorum; bütün saatlerin akreplerinin arkalarını dönmeden kaçtığı arkadaşım; senin yanında benim çenem ne çok düşüyor. evet evet; başkasının yanında hanım hanımcık oturan ben, özden'in yanında 5 yaşında haşarı bir çocuk oluyorum; kimseyi umursamıyorum. ruj bakıyorduk. daha doğrusu ben bakıyor, dudağımı renkten renge sokuyor, satıcı çocuğun "bu da yakıştı, şu da.." sözlerini önemsemiyordum. ta ki o ruju bulana dek. satıcı ruju götürüyor ya kasaya -bunu da anlamıyorum, ben de pekala götürebilirim onu, niye beraber yoruluyoruz?- biz de peşindeyiz. geldik; kasa-cı sordu "ne vardı?", ben de elimi dudağıma götürerek "bu ruj vardı." utandırdım zavallıyı. işte diyorum ki benim suçum deil, hepsi akreplerin sevmediği özden'in suçu.
dünden bahsetsem ben? bugün hava kapalıydı. dün nasıldı bilmiyorum; özden'le kapalı mekandaydık. çıkınca da hava kararmıştı zaten. yeni döndü tatilden özden. karadeniz yaylalarında yeşilin seksen tonunu görmüş. o söylemedi ama ben anladım gözlerinden. yeşermişler. özden'in yanındayken sanki biri akrebe rüşvet veriyor. yelkovan sabit kalıyor ama akrep devamlı ilerliyor. yine öyle oldu. en son ben elmas bir yüzük deniyordum, özden de "yakıştı" diyordu. satıcı bir satıcı klişesi olarak "düşünürseniz bir indirimimiz olur" dedi. ben de benim klişemle cevapladım "düşündürtücem; siz merak etmeyin.". her neyse.. özden diyorum; bütün saatlerin akreplerinin arkalarını dönmeden kaçtığı arkadaşım; senin yanında benim çenem ne çok düşüyor. evet evet; başkasının yanında hanım hanımcık oturan ben, özden'in yanında 5 yaşında haşarı bir çocuk oluyorum; kimseyi umursamıyorum. ruj bakıyorduk. daha doğrusu ben bakıyor, dudağımı renkten renge sokuyor, satıcı çocuğun "bu da yakıştı, şu da.." sözlerini önemsemiyordum. ta ki o ruju bulana dek. satıcı ruju götürüyor ya kasaya -bunu da anlamıyorum, ben de pekala götürebilirim onu, niye beraber yoruluyoruz?- biz de peşindeyiz. geldik; kasa-cı sordu "ne vardı?", ben de elimi dudağıma götürerek "bu ruj vardı." utandırdım zavallıyı. işte diyorum ki benim suçum deil, hepsi akreplerin sevmediği özden'in suçu.
ve evvelki günler.. yeğenimin bakıcısı acilen eskişehir'e gittiği için ben yetiştim olay yerine. evet doğru duydunuz, hijyen manyağı ben, altını değiştirdim o yavrunun. yemek yaptım, kitap okudum ama daha çok anlayamadığım çokluktaki dergileri karıştırdım. yanlış anlamayın kadın dergisi değil; moda dergileri. zira ikisi arasında çok fark var. beynim döndü. "yan sayfa" diyor destan gibi yazıyor. küpe şurdan, bilmemne burdan. hayır bir de işin garibi fotoraflar o kadar sanatsal ki, bir çoğunda dedikleri aksesuarları göremiyoruz. mesela mankenin başını öyle bir almış ki; gözler var, gerisi arka plan. ama anlatıyor uzun uzun; bilezik şurdan, yüzük burdan..
neyse efendim, bu blogumu kurgusundan ötürü tüm memento severlere adıyorum ve ekliyorum;
yukarda: kırmızı anvelop üst mango; beyaz askılı t-shirt ulus pazarı; kot pantolon levi's, pazen kaftan 2. el, derviş (kapalı çarşı); yüzük river island; oje body shop (06 rose petal red); fuşya ruj max factor..
1 yorum:
lulammm ben o akrepleri tutuyorum sen görmeden,sonra kuruyorum; yürümesinde lulam'la daha fazla vakit geçiriyim diye..
Yorum Gönder